16 Haziran 2025, Pazartesi
Servet BAŞOL
Servet BAŞOL [email protected]

Aptallık ve Toplum Mühendisliği

Aptallık Toplum Mühendisliği Sonucu Oluşur diyen Bonhoeffer'in Aptallık Teorisini hatırlayalım.

31 Temmuz 1932'de Almanya’da seçimler yapıldı.

Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi, yüzde 34 oy alarak, 608 üyeli Alman meclisinde, 230 milletvekiline sahip oldu. Adolf Hitler, 30 0cak 1933 tarihinde Şansölye olarak atandı.

Aradan bir yıl bile geçmedi. 12 Kasım 1933’te erken seçimler yapıldı.

Yüzde doksan bir oy alan Hitler, 661 milletvekilinin tamamını aldı.

Artık Tek Adam; yani diktatör olmuştu.

Bu yazımda Alman bilim insanlarını, Alman teknolojisini, Alman Üniversitelerini yazmayacağım.

Leibniz, Kant, Hegel, Marx, Nietzsche, Goethe gibi dünya düşün tarihinin en önemli Alman düşünürlerini sıralamayacağım.

Almanya'nın o dönemde ulaştığı yüksek gelişmişlik seviyesini anlatmayacağım.

İlkokuldan başlamak üzere Alman eğitim sisteminin ne kadar mükemmel olduğundan bahsetmeyeceğim.

Alman ailelerinin, daha bebeklikten başlayarak iyi eğittiği çocukları; eğitimli Alman toplumunu dile getirmeyeceğim.

Hitler işte böyle donanımlı, eğitimli bir halkı, iki yıla varmadan kölesi haline getirdi.

Çadır maymununa döndürdü. Bilimin, sanatın, teknolojinin, kültürün merkezi kabul edilen Almanya'nın sahibi oldu. Nasıl oluyordu da cahil ve ruh hastası bir adam, böyle eğitimli bir halkı peşinden sürükleyebiliyordu? Bilim insanlarına, akademisyenlere, subaylara; her bakımdan yetişmiş insanlara hükmedebiliyordu.

Almanya tarihinin en karanlık döneminden geçiyordu...

Masum insanların dükkanları taşlanıyor, kadınlar ve çocuklar sokak ortasında zalimce aşağılanıyordu.

Gazeteciler dövülüyordu. Siyasi cinayetler işleniyordu.

Hitleri eleştirenler tutuklanıyordu. Muhalif her çıkış cezalandırılıyordu.

Yargı Hitler'in sopası olmuştu. Berlin'de artık hakimler yoktu; Berlin'de artık hakim koltuğuna oturtulmuş soytarılar bulunuyordu.

Tek adam rejiminin namussuz savcıları, şerefsiz hakimleri vardı.

Ordu rejimin ordusu, polis rejimin polisi olmuştu. Nazi milisler sokaklara devriye geziyorlardı.

Genç bir papaz olan Dietrich Bonhoeffer, zulme karşı çıktı; itiraz etti. Bu sebeple hemen hapse atıldı. Ağır işkencelerden geçirildi. Hapisteyken bu konu üzerine uzun uzun düşündü.

Sayısız filozof, şair, fikir ve bilim adamı çıkaran bu toplum, böyle bir kültür; nasıl olmuştu da organize kötülüğün, zalimliğin, korkaklığın, cehaletin ve suçun merkezi haline gelmişti?

Sonunda Bonhoeffer işin içerisinden çıkabildi.

"Sorunun kökeninde kötülük değil, aptallık yatıyor" dedi. Ona göre:

Kötülükle mücadele etmeniz mümkündü, kötülükle bir şekilde başa çıkabilirdiniz.

Fakat organize olmuş ahmaklar sürüsüne karşı yapabileceğiniz hiçbir şey yoktu.

Ne anlatacağınız gerçekler ne ortaya koyacağınız kanıtlar, onlara etki etmiyordu.

Mantıklı gerekçeler sunduğunuzda önce reddediyorlardı. Reddedemeyecek hale geldiklerinde; en yaşamsal, en insani, en ahlaki, en bilimsel gerçekleri önemsizleştiriyorlardı.

Herhangi basit ve anlaşılır bir konuda bile ortak noktada buluşabilmeniz mümkün olmuyordu.

Aptal insanlar hallerinden memnundular. Saldırıya hazır haldeydiler.

Saldırıya geçtiklerinde kötü insanlardan çok daha tehlikeli oluyorlardı.

Acımasız ve vicdansızdılar.

Bonhoeffer aptallıkla mücadele edebilmek için önce onun doğasını anlamaya çalıştı.

Vardığı sonuç şuydu: Aptallık bir zekâ problemi değildi, aptallık ahlaki bir problemdi.

Entelektüel birikimleri, iyi eğitimleri olduğu halde insanlar aptal olabiliyorlardı.

Buradan yola çıkarak, aptallığın psikolojik değil, sosyolojik bir sorun olduğu sonucuna vardı.

İnsanların ahlâkî ve entelektüel birikimleri bir anda yok olmuyordu. Diktatör gücünü arttırdıkça, insanlar o gücün büyüsüne kapılıyorlar, bağımsız düşünme yetilerini kaybediyorlardı.

Tek adamın yönettiği Almanya'da bu nasıl mümkün olabilirdi?

Bir toplum tüm yetkileri tek kişiye verecek kadar aptal olmamalıydı...

Bonhoeffer'in bu düşünceleri Naziler için kabul edilemezdi. 9 Nisan 1945 günü sabaha karşı, Bonhoeffer'i bir toplama kampının darağacına asarak öldürdüler.

Almanlar ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası bağımsız ve özgür olabildiler.

Conrad Adenaur'un şu sözleri de tarihe geçti:

“Umarım bir daha İsa bile gelse tüm yetkiyi tek kişiye verecek kadar aptal olmayız” demişti.

Hitler dönemi deneyimini yaşamış Şansölye Adenaur doğru söylüyordu.

Şimdi bana bu yazıyı neden kaleme aldığımı, niçin paylaşım gereği duyduğumu umarım sormazsınız.

Kazim M.Kazim M.

Gümrük Müşavir Yardımcısı Gümrük uzmanı

Uçar Yetkilendirilmiş Gümrük Müşavirlik Ltd.Şti. ANKARA

Bu sorunun cevabı belki de tarihin tekerrürden ibaret olmaması için gereken bireysel duruşlarda ve farkındalıklarda gizlidir. Toplumların Bonhoeffer'in tarif ettiği türden bir 'aptallığa' sürüklenmemesi için, belki de Cervantes'in ölümsüz kahramanı Don Kişot gibi, çağın devlerine karşı durmaya cesaret edenlere, idealizmlerini yitirmeyenlere ihtiyaç vardır. Don Kişot, her ne kadar çevresince 'deli' olarak görülse de adaletsizlik, korku ve cehaletle mücadele etme arzusunu ve bu yolda göze alınan fedakarlığı sembolize eder. Onun hikayesi, aklın ve mantığın ötesinde bir adanmışlıkla, görünürdeki “aptallığın” aslında derin bir bilgelik ve cesaret barındırabileceğini de düşündürür.

Don Kişot romanı, La Mancha'da yaşayan ve alt tabaka soylu olan Alonso Quijano'nun maceralarına odaklanır. Yanına sadık bir silahşor olarak basit bir köylü olan Sancho Panza'yı alır. Sancho, Don Kişot’un yüce söylemlerine karşılık, pratik zekâsı ve saf gerçekçiliğiyle hikayeye ayrı bir boyut kazandırır. Romanın ilk bölümünde Don Kişot, dünyayı olduğu gibi görmek yerine, kendini efsanevi bir şövalye hikayesinin başkahramanı olarak hayal etmeyi tercih eder. Ancak hikaye boyunca Sancho’nun ruhu gerçeklikten hayale yükselirken, Don Kişot’unki ise hayalden gerçeğe doğru alçalır.

“Üç devle savaşıyoruz sevgili Sancho: Adaletsizlik, Korku ve Cehalet” ile.

Bu cümlede, Don Kişot'un düşmanlarına olan bakış açısı ortaya çıkar. Onun gözünde, adaletsizlik, korku ve cehalet, insanların karşılaştığı en büyük düşmanlardır.

Bu cümle, romanın temalarından biri olan insanlık değerleriyle mücadeleyi vurgular.

Belki de hem Bonhoeffer'in acı tecrübeleriyle ortaya koyduğu toplumsal aptallık teorisi, hem de Don Kişot'un idealist ve çoğu zaman trajikomik mücadelesi, bizlere aynı temel gerçeği fısıldamaktadır:

Eleştirel düşüncenin, vicdanın ve ahlaki cesaretin zayıfladığı bir toplum, kendi felaketine doğru yol alır. Adaletsizlik, korku ve cehalet; dün olduğu gibi bugün de farklı biçimlerde karşımıza çıkan ve mücadele edilmesi gereken devlerdir. Bu yazıyı kaleme almamın ve sizlerle paylaşma gereği duymamın altında yatan temel neden de tam olarak bu evrensel ve zaman aşımına uğramayan mücadeleye bir nebze olsun dikkat çekmek, hepimizi düşünmeye, sorgulamaya ve en önemlisi kendi “devlerimizle” yüzleşmeye davet etmektir. Unutmayalım ki,

En büyük esaret, düşüncenin ve iradenin teslim alındığı esarettir;

En büyük özgürlük ise her koşulda doğru bildiğini savunabilme ve “aptallığa” direnebilme cesaretidir.

https://servetbasol.com

Aptallık ve Toplum Mühendisliği

Yorumlar

Bu haber için henüz yorum gönderilmedi.

Yorum Gönder

Kalan karakter 1000