Geçen bu kadar uzun zamana rağmen sektörümüzdeki bazı kuruluş çalışanlarının şikâyetleri bir türlü dinmiyor, hatta bir nebze olsun azalmıyor. Yeni bir Genel Müdür atanıyor, ümitleniyor insanlar. Fazla uzun değil kısa bir süre sonra onun da sistemin adamı / uydusu olduğunu görmek çalışanları bir kez daha kırıyor, ufalıyor. Ve de bu günkü konuma geliyor insanlar. Sessiz, tepkisiz, yarınından başka bir şey düşünmeyen, düşünemeyen, her konuya şüphe ile yanaşan, aidiyet duygusu taşımayan bir insan topluluğu.
Bu insanların dertleri ne? Fazla uzatmadan; insan yerine konulmak istiyorlar, Duygusal stres, bedensel yorgunluk, dikkat, uyku, beslenme, solunum, öğrenme ve unutma gibi insanı insan yapan özelliklerinin dikkate alınmasını istiyorlar vb. İş yaşamında eşitlik istiyorlar. Ve de yönetim mantığına sahip yöneticilerle çalışmak ve onlardan bir şeyler öğrenmek istiyorlar.
Almanya’da farklı sektörlerde üretim yapan ve hizmet veren kuruluşlarda işletmelerdeki bozuk çalışma koşullarından kimin sorumlu olduğu sorusu yapılan bir anket kapsamında çalışanlara sorulmuş. Anketörlerin % 36’ sı bu uygunsuzluğun sorumlusunun ilk amirlerinin olduğunu, % 33’ü patron ve Genel Müdürün çalışma şartlarının elverişsizliğinden mesul olduğunu, % 31’ i ise bu konudaki sorumluluğun çalışanlarda olduğu görüşünü belirtmiş. Yalnız bir tek kişi değişik bir şekilde cevaplamış suali. “ Sorumluluk tamamı ile bende ve tek tek hepimizdedir. Herkes kendi davranışları ve yaptığı işler çerçevesinde kendi atmosferini yaratmaktadır. İşte işletmenin genel iklimini meydana getiren bizlerin, tüm çalışanların kendi çevrelerinde yarattıkları bireysel atmosferin bileşimidir.
Bu noktadan hareketle bu gün iş yaşamında şartların elverişsizliğinden ötürü zorlanan ve mutsuz olan çalışanların yaşadıkları sıkıntıların nedeni kendileridir sonucuna varmak mümkün. Bir adım öte, bu gün yaşanılan sıkıntılarda bir önceki çalışan kuşağının ve daha evvelkilerin de payı var desek acaba uygun olur mu? O dönemler de yarattığımız atmosfer herhalde sağlığa uygun değil ki, bileşkesi de böyle şekillenmiş.
Sizlerden de daha sonrakilere kalacak miras farklı değil herhalde. İşyerimizdeki haksızlıklar karşısında sessizliğe, tepkisizliğe devam. Sizin mirasınızda, sizden sonraki kuşağın yaşayacağı ve kendilerinden sonrakilere bırakacağı miras da aynı olacak Bizler de size bırakmıştık. Sessiz ve tepkisiz insanlar ve buna alışmış, aksini kabullenemeyecek olan yöneticiler.
Bu durum ne kadar sürer? Maalesef, çalışma hayatındaki huzursuzluğun sonlanması demesek de daha alt seviyelere inmesi ancak ve ancak ülkemizdeki işsizliğin minimuma inmesi ile mümkün olabilecektir. Sıklıkla tekrarladığım üzere 100 çalışan arayanın kapısında 2500 kişi işe kabul için sıralandığı müddetçe işverenlerin çalışanın insani özelliklerini dikkate alacağını beklemek artık hayal kurmaktan öte değil.
Peki, ne olacak bizim halimiz diyenlere verilebilecek en makul cevap, çalışanın hakkını hukukunu korumak amacı ile düzenlenen kanunların hakiki anlamda koruyucu olmasını sağlayacak bir yapıya kavuşturulması ki bunu ancak hükümet teklifi ile TBMM yapabilir. Bir yazı okumuştum. Sonuç bölümü aşağıdaki gibiydi. “Türk halkının örgütlenmekten korktuğunu buna bağlı olarak ta tepkisiz kaldığını ve de bu nedenle siyasiler ve patronlar tarafından da tarafından da fazla kale alınmadığını düşünüyorum sizler bu konuda ne diyorsunuz? Evet; bu sorunun cevabını herkes önce kendisine vermeli.
Türk Hava Yolları'ndan bir portre: Metin Gamsız.
Geçtiğimiz hafta 02 Temmuz günü Türk Hava Yollarımızın eski teknisyenlerinden Metin Gamsız ağabeyimizi kaybettik. Hayatımda soyadları karakterleri ile bu denli uyumlu olan bir çift görmedim. Metin Gamsız ağabeyimiz, iki ay on gün önce kaybettiğimiz Ülker hanımla evliydi. Ülker ablamızın kızlık soyadı ise Bezgin di. Ülker ablamız en küçük bir şeyden nem kapan, elini hemen çenesine götürüp sigarasından derin bir nefes çekerek daha derinlere dalan bir yaradılıştaydı. Metin Gamsız ise tam tersine dünya yansa umurunda olmayan, içi aldırmazlık dolu biriydi. Her ikisi de birbirine soyadlarının özellikleri aşılayamadılar. Ama çok mutlulardı. İkisini 2 ay on gün ara ile kaybettik. Ve de sanki onlarla birlikte gençliğimizin son izlerini de kaybettik. O da bitti ve gitti.
Metin ağabeyimiz Yeşilyurt’a taşınmadan Davutpaşa’nın saygın bir sakiniydi. Orada doğmuştu. Bir doksanın üzerindeki boyu, yüz kırkın civarında bir ağırlıkla çok heybetliydi. 1970’li yıllarda kolunun kalınlığı hemen hemen benim bacağımın diz üstü kalınlığına eşitti. 47 numara ayakkabı giyer soranlara 45 geniş kalıp derdi. Namı diğer “ Davutpaşalı Arap Metin “ derlerdi ona. Bu heybetli görünümün çok duygusal olduğunu düşünmek zor tabii ama yaradılışı öyleydi.
Aslında Metin ağabeyi kızdırmaktan çekinilirdi. Nedenini bir gün anlattı. Metin ağabey ve iki arkadaşı karlı bir kış günü hamama gitmişler. Rüzgâr ve soğuk o heybetli vücuda bir şey yapmaz ya. Tam kurumadan nemli kafa ile çıkmışlar hamamdan. Bakırköy tren istasyonu peronunda Metin ağabey düşmüş ve bayılmış. En yakın hastane “ Bakırköy Akıl Hastanesi” Oraya kaldırmışlar hemen. Tabii ki hastanenin akıl hastaları dışında başka bölümleri de var. Doktorlar Metin Ağabeyi orada 5-6 gün tutmuşlar. Tabii ki iş yerine rapor götürmek lazım. Birilerini kandırmış ve Bakırköy Akıl Hastanesi Başhekimliği antetli kağıdına şu tarihte hastanemize getirilen Metin Gamsız hastanemizde tedavi edilmiş ve şu tarihte taburcu edilerek iş yerine verilmek üzere iş bu rapor düzenlenmiştir mealinde bir rapor almış.Raporda hastalık adı vb.. hiçbir bilgi yok. Yalnız başlıklı kâğıdın üzerinde yazan dikkati çekmiş. “Bakırköy Akıl Hastanesi “ İşte o günden sonra Metin Ağabeyin Arap olan lakabına bir de “ Deli ” sözcüğü eklenmiş. Hem deli hem de Davutpaşalı Arap Metin olmuş.Ve de hiç kimse ona hastalığın neydi sualini soramamış.
Biz Charter’da çalışırken, bir gece nöbetinde çay içmeye gelmişti. Ben odadaydım. Bir kişi daha vardı. Diğerleri dışarıdaydı. “Arkadaşlar neden gelmiyor sualini oturacak yer mi var ki “ diye cevaplamıştım. Ters ters baktı. Sabaha karşı 03.30’ da bana gelin dedi ve çayını da içmeden gitti. Sabaha karşı Bizim teknik ünitenin deposundaki ofis malzemelerinin seçilmişleri bizim işçi Terminaline taşınmıştı. Ve de nöbetten çıkıp eve gidince Genel Müdür Teknik yardımcısı rahmetli Kadir Şatıryiğitin beni çağırdığı bilgisi geldi. Havalimanına gitmeden Metin Ağabeyin evine uğradım. Durumu anlattım. Uyku sersemi dinledi. “ İyi, Metin Gamsız verdi “ dersin sözünü söyledi ve kapıyı kapattı ve yatmaya gitti. Kadri bey, depodan hırsızlık yaptığımız konusunda uzun bir söylevle konuyu uzatacağını ifade ediyordu. Sonunda mecburen Metin Gamsız beyin bizim durumumuza üzüldüğünü ve malzemeleri bize verdiğini söyleme durumunda kaldım. O anda ortada ne hırsızlık kaldı, ne disiplin kurulu, ne de işten atılmamız. Seni boş yere uyandırdık dedi ve malzemelerin demirbaş kaydının İstasyon Başmüdürlüğüne yapılması talimatını verdi deponun bağlı olduğu Müdüre. Kadri bey Hem deli, hem de Davutpaşalı olan Arap Metin’ e ne yapsın ki. Göze alamadı belli ki.
Metin Ağabeyin üzerimde büyük hakkı ve emeği vardı. Eşinin daha fazla belki. Anlatmakla bitecek gibi değil. Ödeyebilmek ise hiç mümkün değil. Unutmak ise bütünü ile imkânsız. Bu satırlara ancak Türk Hava Yolları ile ilgili bir iki şey alabiliyorum, özele girmeden. Yaşasalardı da hep borçlu kalsaydım o iki güzel insana.
Her iki sevgili büyüğümüze ve büyük dostlarımıza rahmetler diliyor, Saygı ile anıyorum.
Buluştular oralarda. Eminim ki, birlikte olmaktan ötürü mutludurlar. Evet, uzaklarda bir yer var. Herkes orada.
Yorumlar