APH’ da bir haber yayınlanmıştı. Ahmet Bolat 'tan tarihi müjde; 'Hedefi yakalarsak 140 Milyon Dolar'ı personelindir' Hakikaten hiçbir yönetim bu güne kadar böyle bir güzellik düşünmemişti çalışanları için. İlk düşündüğüm, takımı motive etmek için bir yöntem olduğuydu. Bu haberin personelde fazla etki ve coşku yaratmadığını görmem üzerine, Şirketin yılsonu karlılık hedefini 1,4 milyar dolar olarak belirledik sözüne takıldım. Öyle ya bu hedefin nasıl belirlendiğini bilmiyorduk? İnşallah 2022-23’ de 2018’in sonuçlarını yakalar THY. Yönetim Kurulu aşamasını nedense hiç düşünmedim. Sn. Bolat “ 2022 yılı ile birlikte tarihte görülmemiş bir ödül düşünüyoruz. Bunun için yönetim kurulu ile çalışanlarımız adına pazarlığı ben yapacağım."demişlerdi. Konu o aşamaya gelirse top Ahmet Bolat Bey de diye düşünürüz. Ve de fazla ümitlenmeden salt yaradılışımdan kaynaklanan iyi niyetimle temenni ederim ki gerçekleşsin. İş ki 1,4 Milyar Dolar kar sağlansın. 2023 seçim yılı. YK’ dan önce izin alınması gereken Cumhurbaşkanı ve de onun buna evet diyeceğine inanırım. Sizce başka izne veya herhangi bir makamla pazarlık yapmaya gerek kalır mı?
Bu konu bir tarafa THY çalışanları, 2023 yılında paylaşılması umulan ve çok uzaktaki ağacın dalında asılı duran bu büyük meblağdan önce THY’ nin halledilmemiş bir takım konularının sonuçlanmış olduklarını görmek ve yönetime güvenmek istiyor. Eğer bu güven tesis edilmiş olsaydı, tarihte görülmemiş bu ödül vadini daha coşku ile karşılardı çalışanlar.
Gelelim yazıya. Temel Aksoy beyin yazıları arasında okumuştum. Bu anlatım, bir paranın bölüştürülmesinde nasıl adaletli olunur ve bu paylaşımda insanların neyi daha rahatlıkla kabullenir, işte bunu anlatan bir yazı. Çok değişik bir anlatım olmasına ve çıkarımını yapılan bir deney sonucu ile ilişkilendiren bir yazı. Bir kenara koyun dursun. Bakarsanız bir gün böyle bir paylaşımın tarafı olursunuz. En azından bir şeyleri daha rahat ve bilinçli olarak kabul edebilmenize destek olur belki.
PARADAN ÖNEMLİ NE VAR? Sizi bir deneye davet ettiklerini düşünün. Deneyin kurgusu çok yalın: Siz ve tanımadığınız bir kişi iki ayrı odaya alınıyorsunuz, kura çekilerek ikinizden birine 1.000 TL veriliyor. Parayı alan kişi –siz ya da diğeri- parayı arzu ettiği oranda bölüştürüyor. Eğer diğeri bu bölüşümü kabul ederse herkes hakkına düşeni alıyor ve deney bitiyor; ama kabul etmezse kimse para alamıyor.
Diyelim ki siz “bölüştüren” oldunuz, 1.000 Lirayı nasıl pay edersiniz? Kendinize “aslan payını” alıp diğerine kabul edeceğini varsaydığınız bir miktar mı önerirsiniz yoksa parayı eşit mi bölersiniz? Kendinize yarıdan fazlasını alırsanız karşınızdaki kabul eder mi? Mesela kendinize 700 lira alsanız diğer kişi 300 lirayı kabul eder mi? Kabul etmezse ikinize de hiç para verilmeyeceğini bildiğiniz için ne kadar fazla alırsanız reddedilmeyeceğinizi düşünürsünüz?
En akıllı strateji hangisidir? Ya da siz “bölüştüren” değil “onaylayan” konumunda olsaydınız hangi oranı “hakkaniyetli” bulurdunuz? Diğer kişi kendine 900 lira alıp, diyelim ki, size 100 lira önerse siz “100 lira hiç yoktan iyidir.” diye düşünüp parayı alıp gitmeyi mi tercih edersiniz yoksa paylaşımı kabul etmeyip bölüştüren kişiyi de 900 lira almaktan mahrum mu edersiniz?
Doğrusunu isterseniz bu kişisel bir tercihtir: Kimisi tamamen “akılcı” davranıp kendisine az para verildiğinde bile “Havadan gelen para hiç yoktan iyidir.” diye düşünebilir. Zaten iktisat teorisi de insanın “akılcı” olduğunu sadece kendi çıkarını düşüneceğini varsayar. Kişinin deneye katılıp hiçbir kazanç elde etmeden eve dönmesi yerine 1 TL bile alması kendi menfaatine olacağı için önerilen her parayı kabul etmesi iktisatçılara göre en “mantıklı” karardır.
Fakat yukarıda anlattığım deneyler hiç de kapitalist felsefenin öngördüğü gibi sonuçlanmadı. Deney, 1980’lerin başında Alman sosyologlar Werner Güth, Rolf Schmittberger ve Bernd Schwarze tarafından geliştirildi. Adına “Ültimatom Oyunu” (Ultimatum Game) dedikleri bu deney bugüne kadar çok farklı ülke ve kültürde binlerce kişiye uygulandı. 1990’lı yılların başında Taiwan’dan Israil’e, Tokyo’dan Pittsburgh’a, Slovenya’dan Java’ya kadar çok farklı kültürlerde tekrarlandı ve alınan sonuçlar hiç de beklendiği gibi gelişmedi.
Kültürel farklılıklara rağmen hemen her seferinde bu deneyde paylaşım yüzde ellinin uzağında olduğu zaman insanlar bölüşümü reddettiler. Kendilerine düşen parayı almak yerine paylaşımı adil yapmayan kişiyi “cezalandırmayı” tercih ettiler.
Hatta Avusturalyalı nöro-ekonomist Lisa Cameron, bu deneyi Endonezya’da çok yüksek meblağlarla yaptığında bile benzer sonuçlar aldı. Gelir seviyesinin çok düşük olduğu bu ülkede katılımcılar, kendilerine düşen pay üç aylık gelirlerine denk düşmesine rağmen paylaşılan miktar adil olmadığı için bunu reddettiler
Gelir seviyeleri ne olursa olsun insanlar adaletsizliğe razı gelmiyorlardı. Peki, iktisat teorisinin bize öğrettiği kendi çıkarını düşünen “akılcı insana” ne olmuştu? İnsanlar durup dururken kazandıkları paraları neden reddediyorlardı? Yoksa “adalet” kişisel çıkardan daha üstün bir değer miydi?
Ekonomi teorisi (Neo Klasik İktisat) her ne kadar, insanların kendi çıkarları doğrultusunda rasyonel kararlar aldığını savunsa da Davranışsal Ekonomi (Behavioral Economics) insanların kendi çıkarlarından daha önemli olan adalet duygusuyla karar aldıklarını ortaya koydu.
Sanılanın aksine insan sadece kendi çıkarını düşünen bir varlık değildir; sahip olduğu adalet gibi güçlü bir “değer” bazı durumlarda kendi kişisel çıkarını bile göz ardı etmesine neden olur. Bu deneyler fMRI teknolojisi kullanılarak tekrarlandığında insanların haksızlıklar karşısında diğerlerini “cezalandırdıklarında” para kazanmaktan daha fazla tatmin oldukları kanıtlandı. Adalet duygusu çoğu kişi için kişisel çıkardan çok daha üstün bir duygudur. Antropologların farklı kültürlerde yaptıkları çalışmalar Amazon’daki tarımcılardan Orta Asya’daki göçmenlere kadar her kültürdeki insanın neyin adil olup neyin adil olmadığı konusunda berrak fikirlere sahip olduğunu kanıtladı.
Harvard Üniversitesi hukuk profesörlerinden Yochai Benkler, deneysel iktisat ve sosyal psikoloji alanında yaptığı çalışmalara dayanarak adalete önem vermenin üç boyutu olduğunu öne sürer:
1. Niyetlerin adil olması (bir kasıt olup olmadığı)
2. Süreçlerin adil olması (sonuca giden yolun ve yöntemlerin ne derece adil olduğu) ve
3. Sonuçların adil olması (diğerlerine kıyasla ne elde ettiğimiz)
Benkler’e göre sadece “sonuçların” -yani kimin ne kadar aldığı- değil aynı zamanda “niyetlerin” de adil olması gerekir. Bu aslında çeşitli durumlarda insanların ne derece “bencil” davrandığı ya da kasıtlı olarak haksızlık yaptığıyla ilgili bir adalet değerlendirmesidir. Hiçbirimiz insanların kişisel gayretiyle ya da şanslarıyla elde ettikleri kazançlarını adaletsiz bulmayız; ama birilerinin “durumdan çıkar sağlamasını” hepimiz “haksızlık” olarak değerlendiririz.
Kimsenin sebep olmadığı “haksız sonuçları” – kendi başımıza bile gelse - kolay kabullenirken sonucu doğuran yol ve yöntemlerin -süreçlerin- kasıtlı olarak kurgulandığını düşündüğümüz durumlarda adalet duygumuz rencide olur. Paradan daha önemli ne var? Dolayısıyla hepimiz için “niyetin” ve “sürecin” adil olması, “sonucun” adil olmasından daha fazla önem taşır. Bazen elde ettiklerimizi hiç beğenmesek de sürecin adil işlediğine inanmamız halinde, sonucu “hakkım buymuş” diye kabul ederiz.
Bu nedenle başarılı ve huzurlu bir iş ortamı yaratmanın önkoşulu, o işyerinde alınan kararların paylaşılan inançlara göre “adaletli” olarak alınmasıdır. Sonuçlar her zaman adil olmasa bile “niyetlerin” ve “ yöntemlerin” adil olması gerekir. Bunu sağlama görevi elbette lidere aittir. Bunu başaramayan liderlerin kendi işyerlerinde huzuru ve başarıyı yakalamaları mümkün değildir.
Hepimiz adil muamele görmek, adil davranacağından emin olduğumuz ilişkilerin parçası olmak isteriz. İnsanları iyi çalışmaya, katkı yapmaya, fark yaratmaya motive eden organizasyonların her şeyden önce “adil olması” gerekir. Çalışma koşullarının, ücretlendirmenin, ödüllendirmenin ve genel olarak alınan kararların adil olmadığı yerlerde huzur, verim ve başarılı sonuçlar almak mümkün olmaz. Kısa zamanda başarı elde edilse bile bu başarı sürdürülebilir olmaz. Diğer taraftan adaletin sağlandığı ortamlarda çalışanların sadakati ve iş birliği artar. Hatta sonuçlar beklenenin altında kaldığında bile niyetler ve süreçler adilse söz konusu şirkete olan bağlılık devam eder. Adalet, bize bütün ilişkilerimizde rehberlik eden bir değerdir
Evet, bu durum rüya değil de hakikat olsa ve de üstelik bizim sektör şirketlerinin birinde yaşansa, hiç beklenmedik bu paranın nasıl bölüşülmesinin gerektiği konusunda anket yaparlar mı bilemem. Bunu yapmazlar ama şirketin tüm üniteleri işin yapılışındaki fonksiyonunun önemini anlatır durur. Pilotmuş, Teknisyenmiş hepsi bir tarafa kal edilen ve hurda olarak satılacak çeşitli malzemelerin muhafaza edildiği Levazım Açık hava Depo Şefliğinin sivil havacılık faaliyetindeki bilmediğimiz hayati önemini bile öğreniriz bu sayede. Ve de o meblağın nasıl ve kimlere ne miktarda pay edildiğine ilişkin yaratıcı tahminleri, gerçekleşmiş gibi konuşuruz aramızda. Bakarsınız haber bile olur. Sonuçta Bu değneğin iki ucunun da kirli olduğunu bilmesine rağmen onu, gönüllü olarak eline alıp bu işe girişen yöneticinin ne kadar üzüldüğünü görür ve “ yazık oldu adama, iyi niyetliydi (?) ama ortak ürettiğimiz çamurun bu kadar yoğun olacağını da düşünemezdi” derim. Her ne ise hani bir söz var. “ Kendi düşen ağlamaz” derler ya. Evet, çalışanları motive edeceğim derken.
Dindar Geçinip Dininin Şartlarına Uymayanlara Vicdan Ne İfade Eder ki?
Hepimiz biliriz ki, bedenimizin bilmediğimiz bir yerine bir “Yargıç” yerleşmiştir. Kimi kalpte oturduğunu söyler, kimi ise onun adresini daha yukarılarda olarak tarifler. Yargıca en güzel mekânı ise bir küçük sofa beyinde, bir bakla oda ise kalbinde yer ayıranlar vermiştir. Adı mı? Bu seçkin kiracımızın adı “ Vicdan”
Sizinki de, benimki de, başkalarının ki de hep aynı isimle çağırılır.
Çatık kaşlı, kırmızı yakalı cübbesi olan, elindeki tokmağı “ karar “ deyip masaya vuran bir yargıç mı bu vicdan dediğimiz? Bilinmez. Gören yok ki tarif etsin.
Yargıç, duygusal oluşumları, beynin mantık fonksiyonu ile yoğurup bizi sorgular ve de gün boyu yaptıklarımızı yargılarken, gece aniden uykudan uyanırız bazen. Ona neyi, neden yaptığımızı anlatırken, arada bir rahatsızlık hissettiğimiz olur. Bakarız ki ya yastık ıslanmıştır terden, ya da atlet sırılsıklamdır.
Yaptıklarımızdan ötürü vicdanımızın bize uygun gördüğü mahkûmiyet kararını irdeleme hakkımız pek olmaz? Zira yaşamda bedenimizde misafir ettiğimiz bir üst yargıç yoktur.
Vicdanın bize uygun gördüğü ceza ise genelde aynı fiili tekrarlamamak olur.
O bizi bu kez tepeden, yukarılardan gözlemler. Ceza uygulaması sürecindeki tutumumuzu görmek için.
Yargıcın, vicdanın bu görevi, yaşam perdemiz kapanana kadar sürecektir.
Perdenin kapanmasından sonra, eğer yaşamdaki cezaları kabulleniş şeklimizde terslik yoksa cezaya konu olan fiili tekrarlamamak için gayret sarf etmiş isek, yüce yargıcın bizi ana mahkemede sanki avukatımız gibi koruyacağını söylüyorlar.
İçimizdeki bu yargıcın farkındaysak, onun mahkemesinde her gün kendimize hesap veriyorsak ve de yaptıklarımızdan ötürü kendimizi yargılıyorsak, insan olduğumuza inanabiliriz.
Çoğumuzun bunu, bu yargılamayı yapmadığına eminim.
Yorumlar Tüm Yorumlar (42)