“Spinoza der ki; ‘Eğer bir ülkede devlet, vatandaşlarının dini kanaatlerine karışır, düşüncelerini ifade etmelerine imkan vermezse, düşünce, duygu, bilinç, vicdan, ruh, esaret altına, baskı altına alınamaz, insanlar onu hala düşünmeye, hala öyle düşünmeye, devam edebilir ve ederler. Ama bu tehlikeli olduğu için, devletin baskısı altında oldukları için, fikirlerini ifade edememek zorunda kalırlar ve ikiyüzlü olurlar. İkiyüzlü olan insanlar da devlete karşı fesatçı durumuna girerler.’
Eğer bir dayanışması, birlikteliği sağlam bir toplum istiyorsak, fikir özgürlüğü, din özgürlüğü, vicdan özgürlüğü son derece hayati, deyim yerindeyse, ahlaki ve politik bir değerdir. Yani kitlenin kitle olarak seviyesi belli ama kimse kusura bakmasın, bilimi onlar için, sanatı onlar için yapamayız. Ahlakı da onlar için yapamayız. Ahlaki sorunları onlar için düşünemeyiz, aslansın, kaplansın diyemeyiz. Biz ciddi olarak bu işi öbür insanlar için yapacağız ve o kitlelerin o insanlar gibi olması için gereken ne varsa, eğitimsel, sosyal, ekonomik tedbirler alacağız. Bütün insanların, insan olmanın nimetinden, hazından, sanatın, kültürün, aklın ve nimetinden yararlanmasını sağlayacağız. Bu bir çaba gerektiriyor.
Dincilerin bir savları var; ‘Bilim yapalım, Felsefe yapmayalım’.
Felsefeyi başka bir yere getiriyor böyle bir sav. Bilim, kesin, sağlam, kanıtlanabilir şeylerle uğraşır. Felsefe nedir? Felsefe bilime benzemeyen şeydir. Bu Gazali’nin de söylediği bir şeydi. Gazali de bilime karşı değildi. Madem ki kesin bir şey yok, bilime benzemiyor, o zaman Felsefeye ihtiyacımız yok. Peki yerine ne koyalım? Din’i koyalım. İşte bu Gazali.
İnsanla ilgili olarak bence en düzgün dil, en anlamlı dil, en soylu dil, felsefe dilidir. Bilimle, doğayla, her şeyle ilgilidir ama esas konusu benim bu dünyadaki yaşamım ve onun anlamı. Hariri’nin söyledikleri ise çok anlam ifade ediyor. “İnsanlar çok uzunca bir süre anlamla ilgilendiler fakat gücü ellerine geçirince anlama ihtiyaçları kalmadı”. Olağanüstü bir tespit.
Anlamı çok değerli bir kavram olarak görüyorum. Gündelik hayatımızda karşımıza çıkan, bizim yaşadığımız, hissettiğimiz, ihtiyaç duyduğumuz, birbirimizle ilişkide kullandığımız her şey, yaşam da bu zaten. Eskiden en azından batıya karşı, batının bilimine karşı, siyasetine karşı bir merak, bir ilgi, değerleri görme yönünde bir eğilim vardı. Bugün ise sanki batı bize düşman! Felsefeye ihtiyacımız yok.! Bilim zırvadır! Bunların hepsi delilik. Şunu öğrenin. Bu batı NORMAL dir. Biz NORMAL DEĞİLİZ.!
Açıkçası, bizim normal olmayışımız, kimsenin de umurunda değildir. Urfalılar zanneder ki, tüm dünya Urfa’dan ibaret, ama Antep sınırına gelince, Urfa biter.
Biz de zannediyoruz ki bütün dünya, Türkiye’den ibaret.”
Prof. Dr. Ahmet Arslan
Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi
https://www.youtube.com/watch?v=ah40LYzo7XY
Son birkaç senedir yazdığım yazıların ana fikri eğitim olmuştur. Her yazışımda bir eksiklik de hissetmişimdir. Bu programı seyrettikten sonra o eksiği de tamamladığımı düşünüyorum.
Ders verdiğim dönemden bugüne kadar hiç ama hiç aklıma gelmemiş bir şeyi, Ahmet Hoca’nın tespiti ile fark ettim. Çevre. Çevrem. Çevremiz. Ben’den Biz’e, sonra da sonsuzluğa giden evren ve böyle bir evrende kendi küçük, anlamsız çemberi içine sıkışmış insanlar. İstanbul’da bazı belediyelerin, varoşlardan “Denize” düzenlediği otobüs gezilerini duymuştum. Meraklanıp araştırınca, senelerdir İstanbul’da yaşayıp daha denizi görmemişlerin olduğunu, belediyelerin bu kişilere ‘denizi’ göstermek için bu gezileri düzenlediklerini öğrenmek beni çok üzmüştü. Avrupa’da Getto denilen her azınlığın sığınma veya sürülme yeri olan bu çoğunlukla kültürel oluşum, dışa açık olmamak, karşısında olmak ve veya öteki diyerek hoşgörü göstermeyenlerin yarattığı kapalı bir kutudur. Toleransı, hoşgörüyü kendine ve değerlerine saldırı kabul etmenin bir sonucu olarak karşımıza çıkar.
Ülkemizde ise Gettolar yoktur ama her kültür, kendi Getto’sunu yaratmıştır. Brüksel'de 'Türk mahallesi' olarak bilinen Schaerbeek, Berlin’de Kreuzberg, Paris’de Saint-Denis gibi İstanbul’da da Erzincanlılar Kartalda, Samsunlular Tuzla’da, Ankara’da da, Yozgatlılar Etimesgut’a yerleşmişler. En azından Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2017 Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi verileri öyle diyor.
Kendi ülkemizde bile kendimizi ayrıştırıp karşıtlık yaratmış olanlara ilk tepki, rahmetli Barış Manço’nun “Hemşerim Memleket Nire?” şarkısı ile gelmiştir,
“hemşerim memleket nire?
Bu dünya benim memleket
(Hayır anlamadın), hemşerim esas memleket nire?
Bu dünya benim memleket
Tövbe, tövbe, tövbe, tövbe”
Kardeşlik ve eşitlik üstüne uzun uzun nutuklar çekip
Niye senin derin benden daha koyu diyen çok
Kaşının altında gözün var diye silahlanıp ölüme koşarken
Kalan dul ve yetim ne yer ne içer soran yok”
Bilinçli cehalet yaygınlaştıkça, okumuş cahil üretmenin önüne geçemeyeceğimiz kesin. En yaşamsal konularda bile ayrışmış görünmenin öncelikli nedeni de bu cehalet. Şu Covid-19 salgınında bile okumuş ya da cahil fark etmiyor, birileri hala hangisi olursa olsun, aşıya karşı çıkıyor ise, bu cehaletin besledikleri bir asgari ücretin 525 katı değerinde basit bir A8’e binerek sana, bana hizmet ettiğinden bahsedebiliyor ise, öğretilmiş cehaletten bahsedebiliriz. Böyle bir durumda BİLİM yapabilmek hem imkansız hem de yararsızdır. Tarih, bu tür örneklerle doludur.
1687’de Newton, Principia Mathematica kitabını (4 cilt) yazmış ve Fizik dışında Calculus matematiğinin de temellerini atmıştır. Yayınladığı Evrensel Çekim ve Kütleler Arası Çekim Kanunu ona, bir sepet elma alacak parayı kazandırmamıştı. Tarihte matematiğe dayanan fizik (Arşimet), kaldıraç, ilk çağ bilimi, pratiğe yönelik değildi. Heron (ms 10 – 70), buhar makinası yapıyor (aeolipile) ama hiç kullanmıyor.! Yunanlılarda hekimlik, hiç te önemli bir sanat değil. El sanatları da hiç önemli değil. Önemli olan ise kölelik, sınıf farkı. El sanatları, tecrübe ile yapılan aktiviteler, insan haysiyetine, insan onuruna uygun sanat veya çaba olarak görülmüyor. Pythagoras, spor yapanı değil, onu seyredeni önemli görmekte. Newton ancak 218 sene sonra Einstein ile anlaşılıyor, Heron ise 1668 sene sonra, ancak 1698 yılında, İngiliz mühendis Thomas Savery’in, ilk ticari olarak satılan buhar makinesi ile anlaşılıyor. Nedeni ise bu makinenin maden ocağından suyu dışarı atmak amacıyla kullanılmış olması.
Toleransı, hoşgörüyü yaşantımıza sokmadan, birbirimizi birey olarak görmeden, yaşam amacımızı düşünmeden, çevremizdeki çemberleri kırıp, başka çemberleri keşfetmeden kendimizi keşfetmez, karşımızdakini de anlayamayız. Bize satılan ve dayatılanlara ek, kendi değerlerimizi de anlamlaştırmak, yaşam ufkumuzu geliştirmek, hayra ve barışa yönelik iş yapmamızın anahtarı ve temel felsefesi olmalıdır.
Şu an her şeyden uzak rastgele yaşıyor olmamız, gelecekte de öyle olacağımız anlamına gelmiyor.
Dünya, doğa ve yaşam şartları, istemesek de kendini bize kabul ettirmekte.
Bize gereken ise tolerans ve hoşgörü.
The highest result of education is tolerance. -Helen Keller
Yorumlar