Yaşamda, işyerlerinde hırsına gem vuramayan yöneticilerin toplulukları, şahısları, kurum ve kuruluşları ne denli yanlışa götürdüklerini, nasıl yıprattıklarını çoğumuz bir şekilde yaşamış veya görmüşüzdür mutlak.
Herkesçe bilinen malum gelişmelerden sonra Trabzon şampiyon benim, verin kupamı diyor, Fenerbahçe ise kulaklarını sağa sola kapatıp Türkiye Futbol Federasyonu bu anlamda resmi bir bildirimde bulunulmadığı için kupayı müzesinde muhafaza ediyor. Neticeten iki takım arasında bu konuda bir anlaşmazlık var. Takımlar da taraftarlar da belki yöneticiler de birbirine karşı. Konumuz kimin haklı ve ya kimin haksız olduğunu, kupanın hangi takımda olmasının doğru olacağını veya Futbol Federasyonu’nun bu konudaki tutumunu, başka bir deyişle yönetim tarzını tartışmak değil. O beni aşar.
İster günlük yaşamda, isterse iş yaşamında olsun her insan savunduğu konuyu canlı tutmak veya insanların desteğini sağlamak için kamuoyu oluşturma ihtiyacı hisseder. Ancak kamuoyu oluşturmak için çalışmak başka, insanları bir noktaya çekebilmek bahasına ortamı gerebilecek davranış ve konuşmalar yapmak çok başka davranış tarzı. Bunun ayırımını titizlikle yapabilmek gerekir. Zira bu veya benzeri bir tutumdan ötürü konu uzar, insanlar karşı karşıya bırakılır ve gerilim bir noktada tavan yaparsa, daha sonra herkesi üzmesi kaçınılmaz olan gelişmeleri kontrol altına almanın mümkün olmayacağına ilişkin bir örneği geçtiğimiz hafta oynanan Trabzonspor-Fenerbahçe maçında yaşadık. Kanaatimce hırsa gem vuramamanın bir sonucuydu yaşananlar. Hırsın başladığı yerde saf duyguların bittiğini unutmamak gerekir. Hani derler ya,” HIRS İLE MUTLULUK HİÇ YAN YANA DURMAZMIŞ”. Her ne kadar olan bitenin kabahatini an itibarı ile Fenerbahçe ve Trabzonspor yönetimlerinde bulmuyorsam olayların tarafların üzeri hafif kabuklanmış yarayı her fırsatta kaşıyarak yeniden canlandırmaları sayesinde ortaya çıktığı inkâr edilmesi mümkün olmayan bir gerçek. Geçmişte anlaşmazlık konusunda tarafların yöneticilerince verilen beyanatların beyinlerde bıraktığı derin izlerin basının desteği ile iyice kemikleşmiş olması nedeninden kaynaklanan minik bir kıvılcım bu yangını çıkartmış olabilir mi? Mümkün.Kaldı ki Trabzonspor Kulübü Başkanının maç öncesi tansiyon düşürücü konuşmaları da var. Buna rağmen. Demek ki Sn. Hacıosmanoğlu ’nun “misafirlerimizi ağırlarız” beyanı yeterince yüksek perdeden değildi veya Trabzonlular bunu Karadeniz toplumunun verdiği bir söz olarak algılanmadı. Daha önce kibrit çakılmıştı. Alevler yükselmeğe başlayınca sağduyu çağırısının tabii ki faydası olmadı.
Oysaki Trabzonspor’un 2010–2011 sezonundan bugünlere gelene kadar büyüyen, hatta katlanan hırsını Fenerbahçe’den çıkartmasının en etkili yöntemi, rakibini Hüseyin Avni Aker Stadı’nda Trabzon seyircisi önünde yenmek ve onun 2013-2014 yılı Süper Lig şampiyonluğunu kazanamaması konusunda büyük pay sahibi olmaktı. Hal böyle iken Trabzonspor taraftarları yapılabilecek en yanlış davranışı sergileyerek Fenerbahçe’ye pırıl pırıl bir üç puan hediye etti.. Tabii ki, Trabzonspor, bu oluşumda kendisine ait olduğunu düşündüğü kupayı müzesinde muhafaza eden Fenerbahçe’den doğal olarak daha fazla hırslıydı. Oscar Wilde’ ın “ HIRS BAŞARISIZLIĞIN SON SIĞINAĞI“ şeklindeki yaklaşımının doğruluğunu gösteren ne çok olay yaşadık bu ara değil mi? Hele hele hırsın mantığın çalışmasını engellediği durumlarda olup bitene çözüm bulmak olası değil.
Evet, başarısızlığın son sığınağı hırs. Peki, başarı nerelerde? Dünyanın sayılı iş adamlarından, Çelik Kralı namı ile ünlenen Andrew Carnegie’ nin mezar taşında şu yazıyor.” Burada kendinden çok daha akıllı insanları etrafında toplayarak başarıya ulaşmış basit bir insan yatıyor.” Tek başına bir şey yapmak mümkün değil. Tüm yöneticiler için başarılı olmanın en basit kuralı bu. Hırs insanı en uca kadar götürüp bu arada bir de tek adam olma noktasına getirirse sonucun hüsran olacağını kestirebilmek zor olmasa gerek. Bu da tabii ki o insanın etrafındaki sözüm ona ekibin, takım mensuplarının hatasıdır.
Elinde çekiçle dolaşan insan, etrafındaki her şeyi çivi olarak görmeğe başlar derler. Vurur da vurur. Bilgi eksikliğinin kurnazlıkla beceri noksanlığının ise zorbalıkla kamufle etmenin çok yaygın olduğu tahsil düzeyi alt seviyelerde olan topluluklarda, hakim konumdaki grubun zihnindekilerin toplumun bir bölümünü etkilemesi kaçınılmaz. Hırsın, kelime olarak anlamını hepimiz iyi kötü biliriz. Özel anlamda ( Istılah ) ise; mal, makam, şöhret, ilim, sevap kazanma gibi maddi ve manevi imkânları elde etmek ve bu imkânları gerçekleştirmek için gösterilen şiddetli arzu, tutku manasında kullanılmaktadır. Psikolojik açıdan ise hırs, doymak bilmeyen bir açlık ve sınırsız bir tatminsizlik durumu olarak ifade edilmektedir. Platon yüzyıllarca önce liderin hırssız olması gerektiğini şu ifadelerle dile getirir. “ İktidar, iktidara düşkün olmayanlara verilmelidir.” Bildiğiniz üzere bu duyguyu aşırı şekilde yaşayan kişilere “Haris” veya “Muhteris” denir. Muhterisler yalnız hırs duyduğu şey için yaşamaya başlar ve de bu uğurda karşısındakilere zarar verebilirler. Bu söz ve hırsın kelime anlamının açılımı benim ifadem değil. Âdem Dölek’in, İlahiyat Fakültesi dergisindeki, ( Cilt: XI, Sayı VI, Temmuz-Aralık 2003 ) SÜNNET IŞIĞINDA HIRS HASTALIĞI VE KORUNMA YOLLARI başlıklı yazısından alıntıdır. Dolayısı ile bahis konusu yazının başlığı ve kapsadığı hususlar Yüce Peygamberimizin ( SAV ) hadislerinin ışığında şekillendirilmiş.
Trabzonlu arkadaşlarımızın küçük bir kısmının bu hırstan arınma konusunda pek başarılı olamadıkları bu olayla daha net göründü. Trabzon’umuza, kendilerine, kendi takımlarına kötülük ettiler.
Bu oluşumu isterseniz geçmişin bir kesiti ile arzu ederseniz ülkede yaşanmış olan olaylar ile üst üste koyun. Göreceksiniz ki örtüşecektir. Hırsa gem vurulmaz, buna ilaveten insanlar ağzından çıkanı duymaz ve de gerilim tavan yaparsa ise Türkiye’mizin kaybı üç puanla da sınırlı olmayacaktır. Prestij kaybımızın telafisi ise çok uzun seneler sonra belki mümkün olabilecektir. Tıpkı bu sezon Trabzonspor, Fenerbahçe maçında yaşananların çok uzun seneler unutulmayacağı ve Avni Aker’ e deplasmana giden her takımın bu yaşanmışı hatırlayacağı gibi.
Her ne ise, olanı biteni, tüm Trabzon futbol severlerine mal etmek mi gerekir? Tabii ki hayır. Bu tür saçmalıklar maalesef birkaç kendini bilmezin benzine ateşle yaklaşması sonucunda başlıyor. Daha sonra ise bu yangını söndürebilmek itfaiyeciler için bile çok zor.
Belki sizi güldürecektir ama şayet Sayın Aziz Yıldırım maç öncesi “Ben Fenerbahçe’min futbolcularını Karadeniz insanına, dolayısı ile Trabzon halkına teslim ediyorum” gibi bir söylemde bulunsaydı, belki de statla yine bir şeyler olabilirdi. Olabilirdi ama Trabzon halkı bunun kışkırtıcılarını/düzenleyicilerini bertaraf eder ve hadiseler dar çerçeveli kısır bir olay çerçevesinde kalırdı. Ve gerisini Trabzonlular kendi içlerinde hallederlerdi. Ben Karadenizlileri böyle tanıyorum. Ve de yanıldığımı zannetmiyorum.
Benim yukarıda söylediğim üç dört kelime size basit gelebilir.
Ancak, eminim ki Karadenizliler bunu farklı anlarlar.
Ben bir ara Fatsa’da onlara emanettim.
Bunu, bire bir yaşadım.
Karedeniz’ in tadını, tuzunu ve insanlarını iyi bilirim.
Halen Unutmadım.
Danış Bana.
Ve ben bu güne kadar gördüğüm en iyi danışmanım. En iyisi ve dolayısı ile en başarılısı. Biri kısa, iki üç ay gibi kısa süreli diğeri ise daha uzun bir dönemi kapsayan iki süreç boyunca kurumların en üst noktasına bu unvanı taşıyarak danışmanlık hizmeti verdim. Belki inanmayacaksınız ama sıfır hata ile çalıştım. Her insan hata yapar ama bu görevimde hiç bir yanlışlığım olmadı. Hizmet verdiğim üst yöneticiyi hiç zor durumda bırakmadım ve de önerilerimle onları dik yokuşlarda tıknefes etmedim. Evet; sıfır hata ile tamamladım bu görevi. Çünkü danışmanlığını yaptığım kimseler bana görevim süresince hiç bir şey danışmadılar. Kendilerini mi düşündüler, yoksa benimi bilemiyorum.
Evet, bu ara danışmanlık denen müesseseye inanılmaz takıldım. Tabii ki her insan önce kendi danışmanı olmalıdır ama ilgi sahası kişinin eğilemeyeceği kadar geniş, sorumluluğu bir o kadar fazla olan Başbakan dâhil üst seviyedeki tüm yöneticilerin kaliteli bir danışmanlık hizmeti alması kanaatimce şart. Aksi takdirde geçmişte görüldüğü gibi gaf üzerine gaf yapmamak mümkün değil. Biri çıkar 23 Nisanda koltuğunu bıraktığı çocuğa Başbakan sensin, ister asar, ister kesersin diyerek tabir uygunsa kendi düşüncesini ortaya koyar. Diğeri Samsunda konuşma yaparken o dönemde Samsun Sporun birinci ligde top koşturduğunu bilmeden “ Futbol takımınızı birinci lige çıkartayım mı diye sorar. Bir diğeri ise konu Türkiye’nin Anakent’lerinden birinde tertiplenen mitingde kendisini dinleyen halka “ Burayı büyükşehir yapayım mı?” diye seslenir. İnanmak zor ama bunları alt alta yazmaya kalksan kitap olur. Bu konuşmaları hazırlayan veya patronunun yapacağı konuşmaları önce gözden geçirmeyen bu usta Danışmanlara saygılar sunuyorum.
Dwight D. Eisenhower 1944-45 yıllarında Batı Avrupa'daki Müttefik kuvvetlerinin Başkomutanlığını yapıyordu malum. Lisedeyken kendisi ile ilgili anlatılan bir hikâyeyi okumuştum bir yerde. IKE o sıralarda nereye giderse gitsin bir rütbesiz eri yanında taşırmış. Üstelik bu er, zekâsı ile temayüz etmiş bir askerde değilmiş. Standart ve belki de biraz altında bir zekâya sahipmiş. Ve de tabii ki bu birliktelik komutanlık mensupları açısından büyük bir merak konusuymuş. Eisenhower bu beraberliğin nedenini sorabilenlere onu takdim ederken “ Danışmanım “ diye prezante edermiş. Neden buna gerek duyuyorsunuz diye soranlara “Benim ne söylediğimden ziyade insanların onu nasıl algıladıkları nasıl anladıkları önemli. Yapacağım her türlü konuşmayı ve vereceğim yazılı emrin metnini öncelikle bu arkadaşıma okuturum. Bana o kadar yardımcı oluyor ki anlatamam. Onun yardımı ile yanlış anlaşılması muhtemel birçok hatamı düzelttim. Öncelikle ifademi onun doğru anlaması gerekir” cevabını verirmiş.
Yurt dışında bu görevin nasıl yapıldığını bilemiyorum ama Türk usulü danışmanlıktan bekleneni sağa sola iyi bakarak çok çok iyi anladım. Çoğunlukla danışmanlık hizmeti almak için genelde ( bu cümle benimle ilgili değil ) küçümsenmeyecek para ödüyorlar. Ödemeye ödüyorlar ama her şeyi, her konuyu iyi bildikleri için istihdam ettikleri insanın hiç bir önerisine de kulak asmıyorlar. Onu dinlemiyorlar. Danışmanın var mı? Var. Belli ki yanında danışman çalıştırmak kişinin karizmasını sağlamlaştırıyor..
Danışmanın patronuna onun bilmediklerini söylemesi gerekli ama o bildiklerini söyleyeni benimsiyor. Hele hele Danışman patronunun görüşünü sezmiş ise veya biliyorsa, o doğrultuda öneriler şekillendirme kabiliyetine de sahipse ondan iyisi yok. Sayın Patronum, danış bu danışmana. Her şeyi danış.
Sonuçta “ ne kadar doğru düşünüyormuşum deyip “ kendini daha fazla beğenir olacaksın.
Yorumlar Tüm Yorumlar (14)