Bu yazıyı 2009 yılının başlarında kaleme almıştım. Yazılış nedeni ise metin içerisinde var. Şimdi Mart 2014 ayındayız. Demek ki 03 Mart 2009 günü yayınlanmasının üzerinden beş sene, koskoca beş yıl geçmiş. Yazıda ülkemizde ilk baskısı 2001 yılında yapılan bir kitap konu ediliyor.
APH’ da geçen hafta Kabin Memurları ile ilgili bir yazı yazmıştım. Bu yazıya gelen yorumlardan sonra iletişim konusundaki mevcut sorunumuzu daha açıklıkla görmem nedeni ile bu yazıyı tekrarlama gereği duydum. Güncelleştirmek amacı ile bazı ilaveler yaptım yazıya. Onları koyu renk yazarak belirginleştirdi
“ Ben nedense, açık taraf olan ve de aynı konuları, adeta saplantı halinde hep aynı bakış açısı ile yorumlayan köşe yazarlarını hiç okumam. Ne taraftan olursa olsun yaşananları tarafı olduğu görüşe göre şekillendirmeye çalışan gazeteleri ise hiç almam. Ta ki konu tarafımca da kabul edilene ve de detayını takip etme gereği duymama kadar.
“Geçtiğimiz gün kuaförde sıra beklerken sehpanın üzerinde bir tek gazete duruyordu. Müşteriler diğer üç gazeteyi almıştı. Baktım geriye kalan okumadığım, evime almadığım bir gazeteydi. Üstelik katlanmış olan gazetenin görünen sayfasında da epeyce uzun süredir hiçbir yazısını okumadığım, televizyonda beni anında kanal değiştirmeğe iten bir yazarın köşesi göz çıkartırcasına duruyordu.
Yazının son paragrafını niyetsiz bir şekilde okudum. İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerinin iktidar partisi ile ana muhalefet partisinin çekişmesi haline getirilmemesi gerektiğini söylüyordu. Çok doğruydu. Son zamanların modasına uyarak, Diyojen'in Büyük İskender'e söylediği “gölge etme başka ihsan istemem” sözü ile de savını süslemişti. Sondan başa giderek, yazı okumak nasıl bir şekil ise onu uyguladım.
Yazıda çoğumuzun bildiği iki hikâye de yer alıyordu. Hani Başbakanımız bir hafta içerisinde iki kez Sinoplu ünlü filozof Diyojen ile Bizans İmparatoru Romen Diyojeni karıştırmıştı ya. Bizim anlatımdaki Sinoplu Diyojen. Yani, filozof olanı. “Dar bir sokakta zengin ve kibirli bir adamla karşılaşır Diyojen. İkisinden biri kenara çekilmedikçe, bu dar yoldan geçmek mümkün değildi. Zengin adam mağrur bir eda ile hor gördüğü filozofa ‘Ben bir serseriye yol vermem’ yolu açın der. Diyojen hemen kenara çekilir ve onu ‘ ben veririm ‘ diye cevaplar.
İkincisi ise; Diyojen’e bir adamı akıllı olduğunun nasıl anlaşılacağını sorarlar. Diyojen'in cevabı net ve tek kelimedir. 'Konuşmasından' Kendisine yöneltilen ikinci soru ise ‘ Ya hiç konuşmaz ise?’ olur. Diyojen’in cevabından kim kendine nasıl bir ders çıkartır bilemem. ‘O kadar akıllı olanı henüz dünyada yok’. Bu cümleyi geçtiğimiz hafta bir günde kabin memuru yetiştirilebileceğini ifade eden yorumcu okusun isterdim.
Yazının baş tarafını ise en son okudum. Ve de bundan sonra internetten de olsa bu kalemin yazılarına bakma ve okuma kararı verdim. Demek ki zaman zaman olaylara değişik açılardan da bakabiliyordu. Tarafı olduğu bilinen kimselere de çuvaldız olmasa bile ince bir iğne batırabiliyordu. Belki de hiç okumadığım için fark etmemiştim. O gün, bu gün okurum kendisini. Bu gün görüyorum ki, iğne mi çuvaldız mı bilmem ama kime ne gerekirse onu batırıyor.
Konuyu ele alışımın siyasi bir tarafı yok. Biz seçimden seçime oy kullanıp, siyaseti sandıktan ayrılırken noktalayan gruptanız. Siyasilerimiz; o zaman bir diğerinin konuşmasındaki açığı arayıp, onu nereden vurabilirimin hesabı içindeydiler. Şimdi ise siyasilerin elinde üzerinde konuşulabilecek fazla argüman var. İçinde bulunduğumuz bu ortamı Diyojen'in bilgeliği aydınlatabilir mi bilemiyorum. Oyumu kullanırken listelere çok iyi bakacağım. Ola ki biri onu Türk tabiiyetine geçirmiş ve Diyojen bizim oradan Belediye Başkanlığına adaylığını koymuş haberim olmamış ise, oyum onundur.
O tarihlerde Sn. Nazlı ILICAK' ın okuduğum yazısı beni uzun hayli bir süre önce kaleme aldığım bir kitap tanıtımına götürdü beni. “ Konuştukça Batıyoruz. “ Bu kitabı oturduğum sitede yöneticilik yapan genç bir hanımefendiye sunmak üzere ismine bakıp almıştım. Tabii ki önce okudum. Bu hanımefendi ile konularımızı medeni insanlar gibi görüşebiliyorduk ilk başlarda. Konuşma uzadıkça, sorun çıkıyordu. İlişkileri daha da güzelleştirmesini umduğumuz iletişimin sürekliliği, kitapta da ifade edildiği üzere bende hayal kırıklığı yaratmakla kalmayıp aynı zamanda sorunları ve de ilişkileri daha da kötüleştiriyordu. Dikkat ediyordum. Kısa konuşmalarımızda sorun yaşamıyorduk. Ama konuşma uzayınca ( ? )
Bu kitabı okumanızı şiddetle öneriyorum. İletişim kurmada zorluk çeken, gerek iş ve gerekse özel yaşamda çağımızın en yaygın hastalığı olarak yorumlanan iletişim kopukluğundan şikâyetçi olan herkes bu kitabı okumalı. Sen okudun ne fark etti? Diye sorarsanız, kitabın bana olan katkısını zaman zaman görüyorum. Her zaman olmamakla birlikte; bazen stratejik davranma akıllılığını gösterebiliyorum. Görüştüğüm kimse çok iyi tanıdığım, huyunu suyunu bildiğim biri değilse ortada bir yanlış anlama ya da gerçek bir anlaşmazlık olup olmadığını tam olarak anlayabilmek için karşımdakini çok iyi dinliyorum.
Tabii ki geçtiğimiz günlerde Hıncal Uluç ağabeyimizin köşesinde yer alan Samuel Smiles'ın sözünü unutmamamız gerekir. “Kitaplardan elde edilen tecrübeler kıymetli olmakla beraber, sadece bir öğrenimdir. Hayatı yönlendiren ise yaşamdan edinilen tecrübelerdir.” Hıncal Ulucun bu kitapla ilintili olarak 2001 yılında Sabah gazetesindeki köşesinde yer verdiği görüşleri; “O zamanlarda da malum bir kriz dönemi yaşanıyordu. Başta ki ise bu günkü hükümeti oluşturan parti değildi. Bakıyorum da; değişen tek şey krizin neden ve nereden kaynaklandığı. Diğer yaşananlar aynı. Konuşmalar da aynı. İşte Hıncal beyin 2001 yılındaki tespiti. 2005’ de aynı, 2009’da benzeri. 2001 yılında yapılan bu belirlemenin içinde bulunduğumuz dönemin zemin rengi siyaha yakın olan, kopkoyu fonu ile bu güne de uyduğu bir gerçek. Konu ne olursa olsun bazı insanlar kendi bildiklerini, istediklerini konuşuyor. Ve bizler de dinliyoruz. Demek ki o tarihten bu yana on üç senedir, sahnede bu açıdan değişen hiç bir şey yok. Şimdiki görünüm o günlerden çok daha kötü, o kadar. Evet, herkes istediğini, istediği şekilde anlatıyor. İsterseniz falan merada hayvanların otlamaları için neden çim yetiştirilmediğini sorun. Cevap olarak söz konusu meradaki altın aramalarının neden başarısız olduğunu zorunlu olarak dinliyorsunuz. Kimisi yaşama, diğeri işine bir diğeri ise sağa sola daha iyi tutunabilmek için bu yola başvuruyor kuşkusuz. Gerisi var mı derseniz şüphesiz var ki insanoğlu her gün bir yenisini düşünüyor, bir yenisini yoğuruyor zihninde. Yazıyor, sahneliyor ve oynuyor. Üstelik oyunun dekorunu da, müziğini de yaratan bizzat kendisi oluyor. Ben psikolog değilim. Duyguları değerlendirmeyi her insan kadar becerebilirim ancak. Daha fazla değil. Yalnız bazı konuları hayalen kurgulamanın bir noktadan sonra iletişimi mutlak sekteye uğratacağını ve de bu tür kurgulamaları hatasız yapmanın aşırı zeki olmayı gerektirdiğini bilirim. Hani derler ya aptal insandan iyi bir yalancı olmaz. İşte o hesap. Kime ne söylediğini mutlak unutur ve bir gün sonra aynı insana aynı konuda başka bir kurgu anlatabilir.
İnsanların yalan söyleme alışkanlıkları var. Herhalde epeyce uğraşmışlardır bu kötü alışkanlıktan kurtulmak için. Becerememişler ki, zaman içinde bu alışkanlık, normal yaşamda her türlü iletişimin önünü tıkayan bir ihtiyaç haline dönüşmüş. Daha iyi yaşamak, daha fazla göze girmek veya işyerinde daha yükseklere tırmanabilmek için.
Olmaz demeyin. Bunun örneğini yaşayıp yaşamadığımı sorun. Örneğini yaşadım mı? Evet ki ne evet. Son çalışma yıllarımda bunun çok mümtaz bir örneğini gördüm.
“Konuştukça Batıyoruz” Bu kitabın ilk baskısı 1997 yılında yapılmış. Yazarı Dr. David Stiebel. Deniz Akkuş tercüme etmiş ve Türkiye'mizdeki ilk yayını 2001 yılında piyasaya çıkmış. Okumanızı öneririm. Geç sayılmaz.
Siyasileri bir kenara bırakalım. Onlar TBMM’ de birbirlerine tekme tokat giriyorlar. Sorunları işletişim kuramamak değil belli ki. Belki de iletişimin böyle kurulduğunu zannediyorlardır kim bilir? Vakıa aynı durum birçok ülkede var. Youtube’da sanki bir spor müsabakası yayınını aratmayan diğer ülke meclislerinin görüntüleri mevcut. Ama onlarda hiç uçan tekme görmedim. Bizimkiler en azından daha atletikler. Bu kesin.
Genç kardeşlerim önünüzde uzun bir yaşam var. Sizler okuyun. Kendiniz için okuyun. Kitabın kapağındaki söz fonksiyonunun önemini özetliyor. 'İletişimin başarısızlığa uğradığı anda, problemlerin çözümü için anahtar kitap”
Kim bilir, Bakarsınız ileride siyasi bir kimliğiniz de olabilir. Farklı olursunuz bazılarından.
Bu takdirde hayatta olursam, oyum sizindir.
YERDEKİ DE, HAVADAKİ DE HEPİMİZ İŞİMİZİN BİR HAMALIYIZ.
Hani bir takım insanlar vardır. Tüm gün çalışırlar. Baygın düşmeye beş kala yatıp, o gün yaşam yükünün kendilerini nasıl ezdiğini düşünürler. Bu düşünce ile uyuyamazlar ve sabah yorgun, argın kalkarlar yataktan. Ve de yeni günün yükünü taşıyamayacak kadar yorgundurlar. İki hamalın bu söyleşisini kaydetmişim bilgisayarıma. Sizlerle paylaşmak istedim.
Hamalsan iki şey önemli oluyor senin için: Yük ve yol. Ancak sırtına aldığın yükle bu mesafeyi aşabilirsen, ücret mevzu bahis oluyor. Aksi olursa, cereme çekiyorsun! Bunu düşünüyordum. Yanımdaki hamalla yola çıktık. İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden " Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!" Nitekim çok geçmeden dedi ki: "Mola vakti. Gel biraz dinlenelim. "Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!"
Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini "Sen de dinlen hadi" dedi.
Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum.
O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum. Bir saat kadar sonra yine durdu, oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında..."Yükünü indirip sen de dinlen", demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım... Sonra yine durdu. Bana da "dinlenmemi" söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra "dinlenelim mi" diye sordu, aksi aksi başımı salladım.
Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan karasinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım. Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek; " Hadi kalk, dedi. Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz." Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana. "Ben yılların hamalıyım” dedi.
Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda. Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara ait. Halbuki bir yükü "taşımak" bizim işimiz, "altında ezilmek" değil!. Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun. Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem. Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma. Akşamları bırak ve hafifle. Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü.
Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil.
Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler var. Eğer okuduysanız ve de okumanız bittiyse işi-gücü bırakın ve 10-15 saniye düşünün; Bu günün yaşanmışlarını düşünüp onların altında ezilmekle zaman harcamayın. Daha güzel olabilecek yarına bakın, yarına hazırlanın. İş yaşamında size semer vuran çok olur. Arada bir de olsa tecrübeye kulak verin ve de bu sütunlardan size seslenen yılların hamalını dinleyin.
Yorumlar Tüm Yorumlar (17)