Türk Hava Yolları’nın 1971 yılındaki Charter Terminali.
Bu hafta bayram var. Airporthaber’de yazdıklarıma bakınca “ Bana her gün bayram” dememe her ne kadar çok az kaldıysa da sizlerin bayramını kutlamama bir engel yok. Malum delilerin ile iyi dileklerini kabullenmek gerek.
Kurban Bayramımız kutlu olsun. Bayram günleri Sağlıklı ve güzel geçsin ve de her gününüz bayram olsun.
Ve de bu bayram haftasında ciddi konuları, yaşanan ve yaşanacak olan sıkıntıları bir kenara bırakıp gerilere dönmek geldi içimden. Gerilerde İyisi de var. Bizi üzen kötüsü de. .
Türk Hava Yollarındaki ilk Şefimiz, İsmet Özkan ağabeyimiz bir süredir, THY’ de özellikle Charter Terminalindeki yaşanmışları not ederek bir yazı dizisi haline getirmemiz için çağırı yapıyor. Bir aya yakın oldu, şu ana kadar çıt yok kimseden. İlk adımı ben bu şekilde atayım istedim. Son gün Erdem’ den gelen bir anıyı konunun içine almak güzel oldu. Benim yaşanmışlarım yirmi dört saatin dörtte birinde olanlar. Bu çalışmada esas olan, diğer arkadaşlarımızın anımsayacakları yaşanmışlar. Tabii ki onlar daha önemli.
Öncelikle şunu belirtmek isterim. Biz hem eğlenip hem çalışıyorduk. Üstlerimiz de buna müsamaha gösteriyorlardı. En azından o günkü Charter şartlarına ancak böyle dayanılabileceğini biliyorlardı. Şimdi bunları düşünebilmek mümkün mü? Maazallah. Kimse şartlara falan bakmaz. İlk günden kendinizi kapı dışında bulursunuz.
Kapıda durmak meğer önemli bir görevmiş.
Türk Hava Yollarına girdik. Sene 1971. İlk önce beni Dış Hatlar ünitesine verdiler. Trafik Memuru olarak. Şimdiki Yolcu Hizmetleri Memuru’nun muadili bir unvandı. Tabii ki hiçbir şey bilmiyordum. İlk görevim Dış Hatlar terminalinde beni önüne diktikleri kapıdan gümrüklü saha dedikleri yere kimsenin geçmesine izin vermemekti. Geleni çevirdim tabii ki. Görev buydu. Bir süre sonra bir beyefendi gelip kapının önünde kazık gibi duran adamı hiç dikkate almadan gümrüklü sahaya geçmek istedi. Tabii ki engel olmak istedim. Bu bey, tepkime cevaben yalnız ismini söylemekle yetindi. Hayatta ise sağlıklar, vefat ettilerse de rahmetler diliyorum. Söylediği isim “ Bedri Alatlı’ ” İşi bilenler için çok şey ifade eden, ancak bana o an için hiçbir şey söylemeyen bir isimdi. Adamcağız herhalde beni anladı ki, ismine ilave olarak bir de unvan söyledi. “ IATA Müfettişi “ Bu kelimeyi IATA’ yı bir yerlerde duymuştum ama ne işe yaradığını çıkıştıramadım o anda. Emir demiri kesti ve Bedri beyin kapıdan geçişini aslanlar gibi engelledim. Bedri bey inanılmaz hoşgörülü, kibar bir insandı. Yenisin galiba diyerek geldiği yere geri dönmek üzere seğirtirken ben alçak bir sesle “ bu gün ilk nöbetim” diyebildim. Gülümsemesini halen hatırlarım. Öğleden sonra, Galatasaray’dan ağabeyimiz, Büyük Şef Yalçın Onar ağabeyimiz çağırdı ve Charter’da benim gibi bir personele ihtiyaç olduğunu söyledi.
Ve de Charter maceram böyle başladı.
Aynı gün akşama doğru Charter terminalinde Şef İsmet Özkan’ın odasına gittim. “ burada bana ihtiyaç varmış” sözümü hiç garipsemedi kendisi. Gülecekti ama herhalde yüz göz olmak istemedi herhalde. Yarın akşam nöbetinde işe başlayacağımı söylediler. Ve bende ertesi akşam nöbete gelince Charter’da bana ihtiyaç olduğunu hemen anladım ve buna kesinlikle inandım. Charter’da tecrübeye çok önem veriliyor ve deneyime saygı gösteriliyordu. Zira bana verilen görev terminalin dış kapısında durmam ve uçağının kalkışına beş saatten fazla olan yolcuları terminale sokmamamdı. Binlerce kişinin yığıldığı bir kapı ve THY nöbetçisi üç günlük Çetin Özbey. Bu kapıcılık işi, dış hatlardaki gibi yine beni bulmuştu. Demek ki bana yakışıyordu. Herhalde bu konuda beni uzmanlaştıracaklardı. Bir sıkıntım olursa da Yücel Evirgen beye iletmem söylendi. Anladığım kadarı ile Şefim veya Müdürüm bu arkadaşımızdı. Hakikaten kısa bir süre sonra Yücel Bey geldi ve kendini tanıttı. Hızlı hızlı konuşan ve pire misali koşarcasına yürüyen biriydi. Nöbet boyunca bir daha da ortalarda görünmedi. Ertesi günde. Ama diğer arkadaşlara benim bu işi çok iyi yaptığımı söylemiş. Nereden gördü ise. Maazallah birini içeri sokmamaya kalksam sonucu baştan belliydi. Popoma bir tekme, yüzüme birkaç tokat veya sert bir yumruk alacağım kesindi. Aslında zaman içinde bunu da tattım. Herkes Bedri Bey değildi ya. Bu adam işe yeni girmiş desin ve efendi gibi dönüp gitsin. Charter’da bunu beklemek hayaldi. Evet; Charter’daki ilk günümde başka bir arıza olmadan nöbeti bitirdim.
Charter terminali kurtarılmış bölge gibiydi. Şimdi çalışma şartlarından şikâyet edenler görmeliydi bu terminali. Tepedekiler oraya fazla uğramazdı. Çalışanlar şefleri ve İstasyon Nöbetçi Müdürleri ile baş başa yaşardı. İstasyon Başmüdürünü bile göremezdik sık sık. Bir hangar düşünün. İşte terminal dedikleri buydu. Ama, bizler o hangarda memuriyetimizin belki de en güzel günlerini geçirdik.
Alman İrtibat Bürosunun Kadın uçağı.
Haftanın Perşembe gününü Cumaya bağlayan gecesi Alman İrtibat bürosunun kadın uçağı vardı. Uçağın koltuk sayısı kadar hanım yolcu terminale gelir, kontuarın önünde ip gibi dizilirler ve aynı intizamla pasaporttan geçip uçağa giderlerdi. Uçakta hiç eksik yolcu çıkmaz mıydı? Çıkardı tabii ki. Ama biz tecrübeliydik. Bu işi de en iyi rahmetli Fehmi Şar arkadaşımız yapardı. Terminalde anons ederken birimizde megafonla dışarı çıkar, Charter’ın dışındaki fundalıklara “ uçak kalkıyor vedalaşmayı kısa keselim” diye bağırır, arkamızı dönüp terminale dönerdik. Koşa koşa pasaporttan geçen hanım yolcu, uçakta eksik olan yolcuydu veya yolculardan biriydi. Bu yolcular o dönemde Almanya’ya işçi olarak giden ilk hanım vatandaşlarımızdı.
İlk dayağı işte böyle yedim.
Bir Cumartesi akşamı saat 23’ de nöbete gelmiştim. Kapıdan girişte sol tarafta Türk Hava Yollarının danışma bürosu vardı. Ve de Yücel Evirgen kardeşimiz çoğunlukla olduğu üzere nöbetçi olduğu noktada yoktu. Onun görevli olduğunu her şey olup bittikten sonra öğrendim. Beni üniformalı gören bir yolcu, Air Commerz’in falan sefer sayılı DUSSELDORF uçağının kaçta kalkacağını sordu. Tabii bilmiyordum. Ama sormak için izin istedim yolcudan ve danışmaya girmeden uzanıp kontuarda duran telefonu kullanarak ofisi aradım. Bana yöneltilen suali sordum. Görevli arkadaşım, herhalde bu suale o kadar muhatap olmuştu ki, hiç duraklamadan Cuma günkü Dusseldorf uçağının Pazartesi sabah 03.30 gibi kalkacağını söyledi. Suali yeniledim. Cuma değil, bu günün uçağını soruyorum dedim. Cevap farklı değildi. Cuma uçağı bu güne ertelendi, ama rötarlı kalkacak. Gel de rötar süresini hesapla ve de bunu yolcuya anlat. Cuma 04.00 yerine Pazartesi 03.30.Yolcunun terminale Cuma günü saat 17.00’ den sonra geldiğini düşünürseniz durumu anlatabilmenin zorluğu daha da netleşir zihninizde. Elden ne gelir ki, yolcuya en kibar konuşmamla durumu ve gecikmeyi anlattım. Anlattım anlatmasına da, o anda yumruğu burnuma yitip popo üstü yere düştüm. O yolcunun bağırmasını hiç unutmadım. “ Git bunu karıma ve çocuğuma anlat ulan ………” gibi bir şeydi. Noktaların yerine siz uygun bir şey koyun artık. Pansuman, burna tampon vb.. derken yine nöbete devam ettim tabii ki. Karakolluk olduk haliyle. Karakolda Yolcunun pişman yüzünü, eşinin yorgun duruşunu ve daha iki yaşındaki minik çocuğunun halini görünce tabii ki şikâyetçi olmaktan vazgeçtim. Öpüştük, özür falan terminale döndük. Pazartesi günü Şef İsmet ağabeyimiz bunu duymuş beni çağırdı. Olayın ben yine kapıda dururken meydana geldiğini zannetmiş ve bayağı üzülmüş. Bir daha kapıda görevlendirilmeyeceğimi söyledi. Charter’da ilk dayağı işte böyle yedim. Ama bu son olmadı. Öyle veya böyle dayağı yedim ama Charter kapısında durma görevi noktalanmıştı.
İş yaşamında şans çok önemli. Oktay Eşbe ve ben.
İş yerinde şansın önemini vurgulamak için sizinle küçük bir hatıramı paylaşmak istiyorum. Bilgi tabii ki çok önemli. Meğer şans bazen daha önemli olabiliyor ve insanın yaşam çizgisini değiştirebiliyormuş. Bir sabah, Charter’da otururken ertesi gün Yer İşletme Başkanı ve İstasyon Başmüdürünün beni ve rahmetli Oktay Eşbe’yi mülakata çağırdıklarını söylediler. Oktay Eşbe İngiltere’ de bulunmuş, çalışmış, haliyle İngilizce lisanını çok iyi bilen ve de havacılık konusunda eğitimli bir arkadaşımızdı. İçimden şansa bak, iki kişi çağırıyorlar biri ben biri ise Oktay. Aramızda fersah fersah fark var diye geçirmedim değil. Oktay çoğumuzdan hatta hepimizden baskındı ve kendisi o gece nöbete gelecekti. Telefonla görüştük, hayırlı olsun vb.. sözlerden sonra usulen de olsa mecburen görüşmeye geleceğimi söyledim. Kıştı. Ve Oktay o soğuk ve fırtınalı kış gecesinde nöbete gelmişti. Gece nöbetinde olanları sabah mülakat öncesi bana anlattı. Oktay, saçı çok az olup, kafasının yanındaki bir tutam saçını önden kıvırıp şekillendirerek bir şeyler yapmaya çalışan, kısa boylu çok esmer bir arkadaşımızdı. Pos bıyıkları kendisine ayrı bir tarz yüklüyordu. Bilgisi, insanlığı ve diğer tüm vasıfları ile boyu ters orantılıydı. Her ne ise o soğuk kış gecesinde Oktay aprona bir uçağın yolcu alımını yapmak üzere çıkmış. Bir taraftan yağmur, diğer taraftan fırtına o bir tutam saçı dağıtmış ve de Oktay’ı iyice tanınmaz bir hale sokmuş. Görev’in sonunda Oktay koşa koşa terminale gelmiş ve Aprona açılan bagaj arabalarının çıkartıldığı kapıda kime rastlamış dersiniz? Ertesi sabah mülakata iştirak edecek olan en üst unvanlı şahsa. Bir pilot olan rahmetli Uçuş İşletme Başkanımıza. Oktay daha saçını başını düzeltmeden Başkanın kendisine ( O senelerde unvan Müdürlük müydü tam hatırlayamadım ) “ bu ne biçim saç baş, bu vaziyette yolcunun karşısında nasıl çıkıyorsunuz “ benzeri bir şeyler söylediğini gülerek anlatmıştı. Her ne ise, mülakata girdik. Ben anlayamadım ama, İngilizce olarak sordukları suale Oktay kardeşimin verdiği cevabı onlar anladı mı bilemiyorum. Bana sordukları suali ise İngilizce olarak “ ltf. Bana Fransızca sorun “ sözü ile karşıladım. Doğrusunu isterseniz mülakata girmeden bunu İngilizce olarak nasıl ifade edeceğimi de Oktay’dan öğrenmiştim. Bir şeyler daha konuşuldu. Ne zaman girdiniz vb… odadan çıktık. Tabii ki Oktay’ı tebrik ettim, öpüştük ve o yatmaya eve gitti. Ben ise Charter’a. Tabii ki sordular ve bende anlattım herkese. Sonuçta iyi bir kardeşimiz terfi ediyordu. Ertesi gün Yer İşletmeden çağırıldım ve mülakatta başarılı olduğum bildirildi. Ve ilk terfii mi işte böyle aldım. Bundan sonra rahmetli Oktay’ a inşallah tüm terfiler için ikimizi bir arada önerirler diyordum ve birlikte gülüyorduk. Allah kısmet etmedi. Oktay Eşbe Kardeşimizi ve eşini 19 Eylül 1976’da vuku bulan Isparta uçak kazasında kaybettik. Bu kazadan bir sene kadar önce kendisi DF’ de bir saat beğenmişti. O gün ağabeyim yurt dışına çıkacaktı. Oktayın isteği üzerine ağabeyimden o saati Oktay için almasını rica ettim. Sarı bir Seıko. Aynı saatten iki tane varmış vitrinde. Ağabeyim diğerini de benim için almış. Kötü bir anı ama kaza sonrası Oktay’ın kimliği bu saatten tespit edildi. Bu gün 09.10.2013, o saati bakımdan aldım, koluma taktım. Halen tıkır tıkır çalışıyor. Oktay Eşbe kardeşimize ve eşine sonsuz rahmet dileklerimi tekrarlıyorum. Işıklar içindeki yatışları daim olsun.
Evet; gelelim anlatıma. Şans çok önemliymiş. Gördük. O gün rahmetli Oktay 23.00 / 07.00 çalışacak, hava esip gürleyecek, o kapıdan hayatta geçmemiş olan Yer İşletme Başkanı, uçuş dönüşü gecenin bir yarısında charter’a gelecek bu yetmezmiş gibi bagaj arabalarının çekildiği o apron kapısının önünde duracak ve Oktay o anda saçı başı darmadağınık olarak ve de koşa koşa apron’ dan terminale girecek ve de ertesi gün Oktay ve Çetin bu yöneticinin Başkanlığını yaptığı komisyonun önüne çıkacak. Vs.
Tabii ki iş şansla bitmiyor. Ve yine anladım ki saç başta bir o kadar, en azından şans kadar önemliymiş. O gün bu gün sprey kullanırım ve uçuşmasın diye saçımı kaskatı hale sokarım. Ne olur ne olmaz.
Dokuz double oda ve dört konsomasyon hizmeti faturası.
Hatırlarsınız. Mustafa Şimşek ağabeyimiz vardı. Siyah paltosu, koyu renk elbisesi ve uzun şemsiyesi ile İstanbul efendisi görünümündeydi. Ve de konuşması ve davranışları ile bu görünümünü süslerdi. Efendi bir adamdı.. Vekâlet mi ediyordu, yoksa asaleten mi atanmıştı hatırlamıyorum ama bir sabah beni aradı. Ben de o sıralarda Dış Hatlar ve Charter’dan da sorumlu Yolcu Hizmetleri şefiydim. Selamlaşmaları takiben “ yaptığım işi değiştirmemi ve başka sektörlerde daha başarılı olacağıma inandığını “ söyledi. Anlayamadım. Her ne ise Nöbetçi Müdürlüğe çağırıldım. Mustafa beyin elinde bir fatura vardı. Belli ki Overbook olan yolcuların gönderildiği otelin faturasıydı bu. Fatura detayı aynen şöyle idi. 9 adet Double oda, 4 adet konsomasyon. Arkadaşlar o karlı kış günü havalimanında yakın hiçbir otelde yer bulamamışlar ve de zorunlu olarak yolcuları E-5 üzerindeki otellerden ( ? ) birine göndermişler. Hatırlamıyorum ama bana da telefon edip sormuşlar. Ben de tabii ki havalimanına yakın bir oteli tercih edin demişim. Bizim sevgili CGN yolcularından dört adedi de eşlerini odaya kilitledikten ( daha sonra otel sorumlusu söyledi ) sonra da otelin konaklama hizmeti dışında sunduğu tüm yan hizmetlerden faydalanmışlar. Mustafa Bey işi karikatürize ederek” istersen bu faturayı sen imzaladıktan sonra bir verile emrine bağlayıp ödenmesi için gönderelim, adının neye çıkacağını sen düşün” türü laflar söylerken gülüyordu. Sonuçta ben faturayı alıp konsomasyon hizmeti tutarını otel bedeline dâhil ettirme niyeti ile otele gittim. Resepsiyondaki adama bunu anlatmakta inanılmaz güçlük çektim. Adam, bu işin faturasının istendiğini ilk defa gördüm diye konuşmaya başladı. Mutlak faturayı siz istemişsinizdir vb… Sonuçta üç kişi ile görüştükten sonra faturayı değiştirdiler. Onlar da halime çok güldüler. Her ne ise “bir daha E 5 üzerindeki otellere OVBK yolcu gönderilmeyecektir “ türü aptal mesajımın üzerine tabii ki konu tüm istasyona iyice yayıldı. O ara, çok teklif aldım. Bizi de aynı otele gönderir misin, sen o otele ortakmışsın, yeni meslek hayırlı olsun vs… diye. Sonra ise Mustafa beyin Charter’ın yolcuya sunduğu hizmete bakış açısını herkese anlattığını öğrendim. Bir süre sonra başka bir konu için teftiş kuruluna gittiğimde ( Genel Müdürlük Harbiye deydi ) çok sevdiğimiz ve saydığımız Müfettiş Hüsnü ve Cumhur beyler bile Charter’ın bu özel hizmetinden yararlanmak istediklerini söyleyince pes dedim.
Ağabeyden amir olur mu? Ağabeyden Şef, Müdür olur mu? Olurmuş demek ki. Biz bu güzelliği öyle veya böyle yaşadık. Müteşekkiriz. Darısı sizlerin başına diyeceğim ama. Biraz zor görünüyor.
Evet, Charterın bir özelliği vardı. Hani bazı şirketler” biz bir aileyiz” sözünü çok kullanır ya, THY’ yi bilmem ama Charter bir aileydi. Zaman zaman tabii ki kırgınlıklar, kızgınlıklar oluyordu ama yine de biz hakiki bir aileydik. O dönemlerde çok severdik birbirimizi. Fazla mesaiye birbirimize yardımcı olabilme düşüncesi ile kalırdık. İsmet beyin arkadaşlara“ Yahu siz daha eve gitmediniz mi? Halen burada mısınız? Dediğini hatırlarım.
Cuma Cumartesi kâbusu
Cuma, Cumartesi, nispeten Pazar akşamları Charter bir felaketti. Sabah 05’ de kalkacak 20-25 uçağın yolcusunun bir gün önce saat 16’ da terminale doluştuğunu düşünün. Düşünebilirseniz Cuma günü saat 16’ da terminale giren bir yolcunun uçağının Pazartesi sabah saat 04.’ de kalkmasının olağana yakın olduğunu da düşünün. Bu vıcık vıcık sıcaklıkta büfe de bir gecede 3000’ e yakın kola satıldığını hatırlarım. Her ne ise bu çılgın trafik Allahtan yalnız üç gündü. Pazartesi, Salı ve Çarşamba günü ise Charter kamp yeriydi adeta. Bir süre sonra bizim rahatımızı kaçırdılar ve iç hatların sabah uçaklarının bilet ve bagaj işlemlerini yapmaya başladık. Bu da saat 04’ de kontuar hazırlığı yapmak üzere İç hatlar terminaline gitmek demekti. Bu üç günün sabah nöbetlerinde Dış Hatlar servisini takviye görevini de üstlendik. Söylemeye gerek yok tabii ki, bizim yoğunluğumuzda yani haftanın Cuma Cumartesi ve Pazar günleri bu ünitelerden Allahın kulu değil Charter’a gelmek, bize telefon bile etmezlerdi. İşte böyle bir yerdi Charter. Anlatımlarımıza inanmayan Genel Müdür rahmetli Ağasi Şen beyefendi, yaşananları tam olarak görmek istemesi nedeni ile terminale Cuma günü yolcu kapısından girmeye kalkmıştı. Ofise kaç dakikada gelebildiğini bilemiyorum ama hatırladığım kadarı ile ofise ulaştıklarında ceketinde bir iki düğme kalmıştı. Oda kollardaydı galiba.
İsmet Özkan, Yalçın Onar, İbrahim İnce, Ömer Faruk Erdem, Salim Güler, Fikret Okandan, Nüzhet Bengü, Şükrü Özoğul, Mehmet Ali İnce, Nezihi Geren Oktay Coşar, Sedat Baran, Erdoğan Yücetin, memur zihniyeti ile zaman zaman kızdığımız, kah söylendiğimiz, kah özlediğimiz sevgili ağabeylerimiz, yöneticilerimizdi.
Fikret Okandan: Nesli tükenmiş bir Müdür.
Evet; Allahın Çarşambayı Perşembeye bağlayan bir gecesi, Nöbetçi Müdürümüz rahmetli Fikret Okandan terminale geldiler. Tabii ki somurtuyorduk. Sabah dörtte yine iç hatlara gidecektik. Aslında bizi yoran bu destekleme çalışmaları değildi. Yorgunluk ve bıkkınlık veren o ünitelerden kimsenin bizim hangara gelmek istememesiydi. Sıkıntımızı kendisine bilmem kaçıncı kez anlattık. Kişisel olarak yapabileceği bir şey yoktu. Her ne ise, Fikret Bey, 52 numaralı aracın nerede olduğunu sordu. Apronda olduğunu söyledik. Çınar Otel diskosuna gitmek üzere saat 03.30 kadar izinlisiniz. O saatte burada olun. Bir bira dışında içki yasak vb sözlerle bizi yanımıza birde şoför vererek uğurladı. Neden Çınardı da başka bir yer değildi gönderildiğimiz yer? Orada ki şef Fikret beyin arkadaşıydı. Ve de istesek te bize bir bira dışında bir şey vermezdi, verdirmezdi. Bu izin birkaç kez tekrarladı. Her türlü mikropluğu düşünebilmemize rağmen hiç birimiz evden veya yolda bir bakkaldan takviye konyak vb.. bir şeyi yanımıza almayı düşünmedik. Sabaha karşı 04’ de döndüğümüzde Fikret ağabeyi iç hat kontuarlarının önünde bizi bekler bulduk. Hepimizin yüzüne teker teker dikkatlice baktı. Ve sanki bizi disko’ya gönderen o değilmiş gibi “ Neredesiniz, çabuk kontuarlara “ diyerek odasına seğirtti. Oysaki ilk uçağın kalkışına daha 2 saat gibi vardı ve terminalde hiç yolcu yoktu.
Terminalde yolcu olmasa da iç hat kontuarlarına otururduk. Yolcular gelince bilet ve bagaj işlemlerini yapar, zamanı gelince kontuarı kapatıp yolcu alımını bitirir ve nöbeti gelen ekibe pırıl pırıl devrederdik. Bu Fikret beyin becerisiydi bence.
Erdem Uraldan naklen:
Bir gün Almanya’ya ilk gönderilen işçi vatandaşlardan bir tanesi Pasaport kontrolü için polisten geçerken feryat figan bağırmaya başlamıştı. O sırada, hepimizin yakından tanıdığı ve sevdiği Pasaport polisi Necati görevdeydi. Necati ne yaparsa yapsın bir turlu yolcuyu sakinleştiremiyordu. Yolcu hiç durmadan ''Ula ha burada hiç Trabzonlu yok mu, bana yardım edecek'' diye bağırıyor ve kendini yerden yere atıyordu. Adamın hali perişandı. Necati’nin ben Trabzonluyum diye yolcuyu teskin etmeye çalışması da hiç bir şeye yaramıyordu. Pasaport polisi arkadaşımız da gerçekten bir Trabzonluydu ve herkese yardımcı olması ile temayüz eden arkadaşımızdı. Necati yolcunun kendi kendine zarar vereceğini düşünerek durumdan DHMI Hekimini haberdar etmişti. Doktor geldi ve yolcunun sinir krizi geçirdiğini belirterek sakinleştirici bir iğne yaptıktan sonra ilacın sakinleştirici etkisinin görülebilmesi için bir saat kadar daha beklemeyi uygun buldu.
Ama ne mümkün, sanki ilaç yolcuya daha büyük bir enerji yüklemişti. Yolcu kendini tamamı ile kaybetmiş bir halde yerlerde tepiniyordu. Doktor, çaresiz Bakırköy Akıl hastanesinden bir ambulans isteyerek (havalimanına en yakın olan hastaneydi o zamanlar ) yolcuyu sevk etti.
Aradan bir kac gün geçti ve yolcuyu sakinleşmiş olarak geri döndü. Biletinde kayıtlı uçuş tarihinin geçmiş olması nedeni ile de Charter Şefliğine uğradı.
Yolcu gayet sakindi. Konuşması, her şeyi çok normaldi. Sormaya çekiniyorduk. Kendisi anlatmaya başladı. Anladık ki yolcu pasaport kontrolünden geçerken, Necati’mizin yolcunun pasaportunu tahdidinin olup olmadığına bakmak ve yurt dışına çıkış damgası vurmak için istemesi onu çıldırtmıştı. Polisin kendisinin Almanya’ya gidişini engelleyeceğini düşünmüş ve bu korku ile çizgiyi kaybetmişti. O dönemde, ülkenin içinde bulunduğu şartlarda Almanya’daki işi daha başlamadan kaybetmek her babayiğit’in sakinlikle karşılayacağı bir şey değildi.
Erdem’in bu anlatımının benzerlerini özellikle Almanya’ya göç’ün başladığı ilk yıllarda çok yaşamıştık. Buda bizlere o senelerde Türkiye’mizdeki işsizliğin ne boyutta olduğunu gösteriyorduk. Acıydı. Belki inanmayacaksınız ama bu durumun insanlar ve hatta aileler üzerindeki menfi etkilerini onlarla birlikte üzülerek yaşamıştık.
Necati arkadaşımızı sevgi ve saygı ile anıyoruz.
İşte 1971 Charter ekibi. ( Alfabetik sıra ile )
Abdülkadir Gökçen, Ahmet Demir, Ayla Algül, Ali Eraydın, Akan Sangar, Atamer Sayın, Atakan Köse, Aydeniz Pamir, Aytaç Kotil, Atamer Sayın, Aziz Tezcan, Bayram Güven, Beyzat Balkanlı, Candan Kural, Cafer Suvari, Cavit Bultan, Çetin Özbey, Engin İyibilek, Erdoğan Sıcak, Erdem Ural, Ergül Başbayraktar, Ergül Durutürk, Fehmi Şar, Gülşen Yurdakul, Günay Çelikkol, Gündüz Sezgin, Güven Erte, Hasbi Yaşlıoğlu, Hakan Boztaş, Hüseyin Tamboy, Halit Altınışık, Halil Kaya, Halit Ürkmezgil, Hayriye İkrim, Hatice Topuz, Hulusi Yeşilgök, Hülya Çıdam, Hülya İşçan, Hüseyin Gökçeyrek, İbrahim İnce, İnci Utuk, İsmail Demirci, İsmet Özkan,İsmet Türkan, Kayhan Ulu, Latif Mollaahmetoğlu,Levent Birgen, Melek Ersun, Mustafa Çapkıncı, Mustafa Güneş, Necla Kurdaloğlu, Nurdoğan Erkutay, Oktay Eşbe, Onur Sonaer, Orhan Atak, Orhan Sarı, Orhan Özer, Osman Behlül, Oya Oktay, Ömer Faruk Erdem, Salih Kızılto, Seher Nemlizade, Sacit Eral, Selahattin Temel, Seyfullah Pektaş, Sevil Ediz, Şadi Elibol, Şaban Türker, Şule İnallı, Taner Çıdam, Taner Yelkenci,Tazebey Yüceur, Tuncer Durmaz, Turan Demirtaş, Tümer Demironat, Ümit Koçelman, Vüleyd Özkök, Yavuz Gürbüzol, Yakup Kurt, Yılmaz Tunca, Yücel Evirgen, Yüksel Ötügen, Zafer Yücetin, Ziya Değirmenci.
İşte 1970’li yılların ilk yarısında Charter’da görev yapan THY ekibi . Aramızdan ayrılanları bold karakter ile belirginleştirdim.
Sonuçta 1971 yılına, hayli geriye döndük. Hatırlayamadığımız arkadaşlarımız varsa hoşgörülerine sığınıyorum.
Ve o dönemdeki arkadaşlarımı, benim için ne düşünürlerse düşünsünler sevgi ile anarım. Birbirimizden uzakta da olsak, görüşme imkânımız olmasa da istisnasız hepsine, halen yürekten bağlıyımdır.
Aramızdan ayrılmış olanlara rahmet, hayatta olanlara sağlık ve mutluluklar diliyorum.
Yorumlar Tüm Yorumlar (28)