Berber çocuğa seslenir: 'Ali, buraya gel!'
Bunun üzerine çocuk sakince dükkâna girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce,
'bakın şimdi' diye fısıldar ve bir elinde 5 liralık, diğer elinde 50 liralık bir banknot olduğu halde çocuğa sorar:
'Hangisini istiyorsan alabilirsin? '
Çocuk dalgın dalgın bir 5 liraya bir de 50 liraya bakar ve sonunda 5 liralık banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır.
Berber işadamına döner ve gülerek:
'Gördünüz mü? Size söylemiştim.' der.
Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür. Yanına giderek, neden 50 liralık değil de, 5 liralık banknotu aldığını sorar.
Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir: ' Eğer 50 liralığı alırsam ......oyun biter!'
Dale Carnegie diyor ki,
"Tanrı'nın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken... Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmek, iki-üç yazı okumak, birkaç dedikodu dinlemekle yargılama hakkına sahip olabiliyoruz! "
Bu ve buna benzer oyunları hep bilmeden oynadığımızın farkında mısınız?
Şimdilerde buna “Statüko” deniyor (Lat:Sürer durum). Bunun altında “çıkar, dolaylı olarak da güç” yatmakta. Gelişimi engelleyen bir süreç bu! Hemen tüm kurum ve kuruluşlarda görebilirsiniz.
Başarıyı yakalayanlarda ise bu kavram aşılmıştır. Hele “Kalite” söz konusu ise (günlük anlamda değil, işlevsel anlamda!), statüko çoktan bilim ve akla dönüşmüştür. Ne de olsa Kur’an da Akıl, en çok yinelenen (Arapça: tekrarlanan) sözcükler (Arapça:kelime) arasında yer almaktadır.
Tenkit (eleştiri) herkese açık bir kapıdır.
Bilen ile bilmeyen (Zümer-9) ayrımı olmaksızın sanki bir “hak” imişcesine önüne gelen, kendi aklı ve deneyimi çerçevesinde kullanır. Yine de her kapının olduğu gibi, eleştirinin de iki taraflı olduğunu önemsemeden.
Tıpkı cümleyi virgül ile bitiremeyeceğiniz gibi, eleştiriyi de karşı sav (İleri sürülen düşünce) üretmeden yapamazsınız. Bunun tersi eleştiri değil saldırı olur.
Günümüzde birçok durumdan yakınmaktayız. Sorunlara çare bulmak yerine söylenmenin sonuca etki ettiği az rastlanan bir durumdur. Çok yakında ise “neme lazım” sürecine girme eğiliminde olduğumuzu görmezden bile gelmekteyiz.
Hep derim, “geçmişini bilmeyenler, geleceklerini kuramazlar” diye,
Hatırlayalım:
Osmanlı'nın muhteşem zamanlarıdır.
Kanunî Sultan Süleyman devletin akıbetini düşünür; günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye. Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi'ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder.
Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya Efendi'ye gönderir.
Mektupta "Sen ilahi sırlara vakıfsın. Bizi de aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının akıbeti nasıl olur?
Bir gün izmihlale (Arapça: Yıkılma, çökme) uğrar mı?
Mektubu okuyan Yahya Efendi'nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır;
"Neme lazım be Sultanım!"
Topkapı Sarayı'nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan Süleyman buna herhangi bir anlam veremez. "Acaba bu cevapta bizim bilmediğimiz bir mana mı vardır?" diye düşünür.
Nihayet kalkar Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergahına gelir ve der ki: - Ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, sorumu ciddiye al.
Yahya Efendi şöyle bir bakar:
- Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi?
Ben sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi size açıkça arz ettim.
- İyi ama ben bu cevaptan bir şey anlamadım.
Sadece "Neme lazım be sultanım" demişsiniz.
Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi.
Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş açıklamasını yapar:
- Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olsa, işitenlerde 'neme lazım' deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yese, bilenler de bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başka kimse işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür.
Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır.
Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur.
Çöküş ve yıkılma de böylece mukadder (Arapça: Yazgıda var olan) hale gelir...
Batı dünyası, yeni birlikte yaşam felsefesini geliştirirken “Kök Neden” kavramı üzerine yoğunlaştı. Nedeni ise Sebep-sonuç ilişkisinin yüzeysel kalması idi. Havacılığa da yansıyan bu kavramı bizler “gibi” yaparak çözemeyiz.
Hep söyler ve yazarım. Planı olanlar ancak başarabilir.
ICAO, planlarını hep “ikişer beş senelik” olarak yapar.
İlk beş sene araştırır.
Araştırma sonucu yararı kesin ise, ikinci beş seneyi de yapılanma-hazırlanma süreci olarak kullanır.
Bu sistemin kurucuları arasındayız ve ilk’lerdeniz ülke olarak.
Şu an için hummalı (Sıkı, yoğun, hararetli) bir çalışma içerisindeyiz ve geleceği kurmak için karar üretmeye çalışıyoruz.
Alınacak ya da üretilecek bir kararın hangi plana göre uygulanacağı sorusuna verilebilecek bir cevabımızın olup olmadığında kararsızım. Nedeni ise “Ulusal bir Sivil Havacılık Politikası”na sahip olmayışımız gibi geliyor bana.
Sevgili Tefik UYAR, o kadar güzel anlatmış ki;
“Bir zamanlar bir sorun vardır.
O sorundan o gün derhal kurtulmak için akla gelen en kolay ve en hızlı çözüm uygulanmıştır.
Ama zaman geçer ve o çözüm yeni sorunlar yaratır.
Üstelik artık o kadar kolay ve hızlı da çözülemez, zararsızca telafi de edilemez: Çünkü bir önceki çözüm yeni yatırımlar, yeni yerleşmiş adetler hatta yeni zenginler yaratmıştır.
Pek çok çıkar, baskı grubu bulunabilecek uygun bir çözüme karşı çıkar, coğrafi engeller sizi sınırlar, hatta bu sınırlayıcı etkenler arasında tarihi engeller bile yer alabilir (eğer bir önceki çözümünüzde bölgedeki arkeolojik ya da tarihi kalıntıları hesaba katmadıysanız).
Yeni sorunları da aynı mantıkla çözerseniz, doğal olarak aynı sahne bir süre sonra tekrar eder.”
Bu döngünün süreklilik arz etmesidir işte “geri kalmışlık” ve temel sebebi de plansızlıktır.
Bir zamanlar çok gençtim ve yollarda yürüyüp “Plan değil pilav isteriz” diyenlerin aslında neyi istediklerini anlamıyordum.
Hatta “Yollar yürümekle aşınmaz” veciz sözün bile ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Şimdi her şeyi anlıyorum!
Sevgiler
www.servetbasol.com
Yorumlar