Şeyh Uçmaz, onu müritleri uçurur, ne kadar doğru değil mi? Etrafımda uçtuğumu sananları gördükçe kendi kendime gülümserim. Böyle kişilere ise acırım. Çünkü bilirim ki uçtuğunu sanan mutlaka bir süre sonra yere çakılacaktır. Uçan hiç bir şey havada kalmaz. Uçmak hayali de olsa yere çakılmak gerçektir.” Bu satırlar rahmetli Sakıp Sabancı beyefendinin yazdığı “ Başarı Şimdi Aslan’ın Ağzında “ kitabından.
Evet; mürit diye adlandırılan bu türler tüm işyerlerinde bir adım öte her yerde mevcut. Yaşamım her kesitinde, bunları görüyoruz. Ve de isimlendirme şeklimiz biraz değişik. Kısaca onlara “YALAKALAR” diyoruz. Ama rahmetli Sakıp Sabancı Bey gibi bu çabalara gülüp geçebilecek yönetici yok gibi.
Yaşamın her kesitinde özellikle çalışma hayatında, işin devamlılığının birilerinin iki dudağı arasında olduğu işyerlerinde şeyhi / şeyhleri uçurmaya çalışan birçok mürit görmüşüzdür. Çoğu zaman bu insanlara gülmüş isek de genelde şeyhin bu müritleri benimsemesi ve onlara inanması nedeni ile büyük sıkıntılar yaşandığı da bir gerçek. Evet, bazı iş yerlerinde müritlerin dedikoduları ile ve geri zekâlı espiyonlarıyla karar veriliyor ve de insanlar değerlendiriliyor ve hatta yargılanıyor.
Birincisi adam şeyh değil. Önce onu şeyh olduğuna inandıracaksın daha sonra ise uçabileceğine. Sonradan da o şeyh tüm etrafındakilerin kendisinin uçabileceğine inanmasını bekleyecek. Bu büyük bir beceri isteyen ve hayli zor olan bir uğraş. Evet; bir kişi ve bir grup var önünüzde. Şeyh ve Müritler. Bunların hangisinin akıllı, hangisinin salak olduğunu ayırt edebilmek kolay değil gibi görünüyorsa da, ikisinin de zekâ açısından normal seviyede olduğunu düşünmek zor. Yine de müritlerin “nispetle amber “ olduklarını değerlendirmek olası. Eh bir insanı uçtuğuna inandırabilmek pekte kolay olmasa gerek. Her kadar şeyh hazretleri buna inanmaya can-ı gönülden hazır olsa bile.
Karar verme mekanizmasının başındaysanız veya başındakine yakınsanız haber taşıyanlar sizi kötüye ve yanlışa ikna etmek konusunda daha maharetli oluyorlar. Ve de bunu sağlayabilmek için inanılmaz büyük gayret sarf ediyorlar. Bu konudaki yaratıcılıkları da ayrı bir konu.
Espiyonluğun prim yaptığını görünce, anlatacak, espiyon edecek bir şey bulamayan o maharetli ağzın primden yoksun kalmamak için espiyon edecek konu / konular uydurduğu da literatürde görülüyor. En tehlikelisi de bu durum. Allahtan bu denli profesyonel olanlarımız çok çok fazla değil.
Bu zihniyet yanlışlıkla birini methederse, araştırın şöyle veya böyle mutlak bir yakınlık vardır aralarında. Kendi yakınlığı yoksa bile etkin birinin yakınıdır. Evet, amiyane bir deyimle bu müritleri “ Soytarı “ olarak da isimlendirmek mümkün. Küçümsemeyin tarihin en eski mesleklerindenr. Bir yazı nedeniyle araştırmıştım. Geçmişte devr-i Osmanî’ de şu veya bu şekilde öldürülen padişah, sadrazam vb. mevcut. Ama kayıtlarda bir tek soytarının öldürüldüğüne ilişkin kayıt yok. Ama soytarıların asil bir tarafı var. Saraydaki görevleri soytarılık yaptıkları kişinin görevinin son bulması ile noktalanıyor. Bu günün müritlerinde böyle bir özellik yok. Bu gün size, yarın öbürüne..
Samuel Wanerain 'Bir insanın saygısını kazanırsan, onu kolaylıkla yönetebilirsin, hele ona bir niteliği nedeni ile saygı gösterirsen sevgisi ve bağlılığı büsbütün artacaktır' diyerek yönetim mantığı ile insanın ruh halinin bütünleşmesini net bir şekilde ortaya koymuş..
Bundan binlerce sene önce, felsefenin kurucularından büyük düşünür Socrates 'Hiç kimse bilmediği bir işe girmez ama herkes mesleklerin en ağırı olan ülke yönetimi için kendini yeterli görür' diyerek insan yapısının sentezini ortaya koymuş ve bir anlamda insanları haddini bilmeye davet etmiştir. Toprağı bol olsun Sokrates’in yaşadığı dönemde iş yerleri ile ilgili söylediği benzeri bir söz bildiğim kadarı ile yok. Ancak bu sözünde geçen ülke yönetiminin yanına iş yeri yöneticiliğini de ilave etmek bir hata olmayacaktır. Siz hiç kendisini çalıştığı iş yeri bölümün yöneticiliğine layık olmadığını söyleyen birini gördünüz mü? Gerek ülke yönetimi ve gerekse iş yönetimi için öne sürülen her fikir “ Ben Olsam “ kelimeleri ile başladığına göre.
ÖLÜM, KÖLE İLE KRALI EŞİT KILAR.
Geçen gün bir arkadaşımızın cenazesinden dönüyorduk. Trafik hayli yoğundu. Arabayı kullanan Metin Göksel THY’ de birlikte görev yaptığımız, bir yöneticiden bahsederken “ Sen bu arkadaşı hiç böyle bir toplulukta / törende gördün mü “ sualini yöneltti bana. Doğrusunu isterseniz ya hiç görmemiştim, ya da yalnız bir cenaze töreninde rastlamıştım kendisine “Benim İstanbul dışında olmam veya önemli bir özel işim nedeni ile iştirak edemediğim uğurlamalara katıldı ise onu da bilemiyorum, bunun dışında hiç görmedim veya bir törende gördüm kendisini” cevabını verdim. Kaldı ki hem Metin hem de ben bu tür birlikteliklerde bulunmaya büyük gayret sarf ederdik. Aynı suali ağabey diye hitap ettiğimiz bir büyüğümüze bir arkadaşımızın eşinin vefatının sene-i devriyesinde yapılan dua’ da sordum bu defa. Aldığım cevap daha enteresandı. “ Evet; ben gördüm. Ama o önemli insanlarla ( ? ) ilgili törenlere iştirak eder, şeklindeydi. Oysaki ölüm köle ile kralı eşit kılar derler ya. Daha önce de paylaşmıştım sanırım. Büyük bir savaşı kazandıktan sonra Büyük İskender ünlü filozof Diyojen’ i birbiri üzerine yığılmış insan kemikleri arasında bir şeyler ararken görür ve ne yaptığını sorar. Kısaca bitireyim. Cevap Büyük İskender’i kendisine getirir. “Babanızın kemiklerini arıyorum, ama hangi kemiklerin kölelere hangisinin ise babanıza ait olduğunu ayırt edemiyorum “ Evet; ölünce insanlar arasındaki ayırım ortadan kalkıyor. Kemikler ise hep aynı.
Bir arkadaşımız vardı. Nedense insanları kırmaktan hoşlanırdı. Ve de bunu sıklıkla yapardı. Üst pozisyonda olduğu için de birkaç kişi haricinde kimse onu bu açıdan fazla tenkit de etmezdi. Bir gün Kumkapı’ da bir arkadaşımız kendisine “ bu gün bir yakının vefat etse cenazeye yüzlerce kişi gelir. Hele bir bu görevden, o zaman görelim hakiki dostlarını, o zaman bak cenazeye kaç kişi gelecek“ mealinde bir söz söyledi. Donup kalmıştık. Zaman geçti, bu arkadaşımız görevinden ve bir süre sonra da şirketten ayrıldı. Pek uzun sayılmayacak bir süre sonra aile büyüklerinden birini kaybetti. Ben İstanbul dışındaydım. Bu törenlerin gediklisi olan üç arkadaşımız cenazeye iştirak etmişler. Akşam telefon edince öğrendim ki rahmetlinin tabutunun taşınması için cenaze arabasının şoföründen yardım almışlar. Dördüncü yokmuş.
Evet, insanları kırmamak gerek.
Arkadaşlarınızın iyi günlerinde olduğu kadar kötü günlerinde de onlarla birlikte olmak gerek..
Neden duygusallaştım bilemiyorum. Belki ibret olur, birileri ucundan tutar ve kendine bir şey çıkartır diye bu yaşanmışı sizlerle kısaca paylaşmak istedim. Biliyorum, nasihat gibi konuşmalar ve yazışmalar sevilmez. Bunu öyle değerlendirmeyin. Duygusallığıma verin.
Yorumlar Tüm Yorumlar (28)