Bu gün gazetede bir haber okudum. Ülkemizin çok önemli bir kuruluşunda son on senede intihar edenlerin sayısı terör şehitleri sayısını aşmış. Her gün yayın organlarında, cinnet geçirdi vb. haberleri de görüyoruz. Artık herkes “Depresyondayım” diyor. Aslında depresyon, temel belirtileri isteksizlik, hayattan zevk alamamak, içinden hiçbir şey gelmemek olan bir hastalık halidir. En tuhafı ise insanların bu çağın hastalığına yakalandıklarını bir türlü kabul etmemeleri. Çok gergin olması nedeni ile doktora gitmesini önerdiğim bir arkadaşımın “ ben deli miyim “ dediği halen aklımda.
Depresyon adı verilen bu illet ülkemizde çok yaygın. Farkında değiliz. Ben bunu ne zaman mı fark ettim? Bir iki arkadaşıma kendime yakıştıramadığım davranışlarda Bulunduğumu fark etmemi takiben koşa koşa doktora gidip huzursuzluğum ile ilgili olarak dinlememi takiben. Başka bir deyişle bana “Major depresyon” tanısı konulduğu zaman. Eh benim de düz depresyona muhatap olacak halim yoktu ya, Bunun da majörünü buldum diye düşünüp gülümsemiştim.
Bu durumu yaşayan insan gayri ihtiyari etrafına daha iyi bakmaya başlıyor. Keyifsiz olduğum günlerin birinde doktorunda tavsiye ettiği üzere eşimle boğaza gittik. Onun çocukluğunun geçtiği yere gittik. Gezdik, yürüdük dolaştık ve arkadaşlarımızla buluştuk. Oturduk hep birlikte yemek yedik. Yemekten sonra birlikte bulunduğumuz arkadaşlarımızdan bir kısmının benim kullandığım ilacı veya bir benzerini kullandıklarını hayretle gördüm. O güne kadar dikkatimi çekmemişti. Hani piyasa da çok yaygın olmadığını düşündüğünüz bir marka araba almanızdan sonra yolda giderken önünüzde veya arkanızdaki aynı marka aracı görüp “ bu arabadan ne de çok varmış, ben farkında değilmişim ” diye düşünürsünüz ya. İşte o misal.
Ülkemizdeki memur zümresinin % 80’nin maaşları ile geçinemediğini ve kredi kullanma cihetine gittiklerini söylüyor istatistikçiler. Kredi kartı kullanımı da bu kapsamdadır mutlak. Bunlardan muntazam ödeme yapabilenlerin oranı ise inanılmayacak kadar düşükmüş. Buyurun aile reisinin ve eşinin bireysel olarak depresyon veya benzeri bir duyguya kapılması için bir neden.
İş yerine gidince arazlar tabii ki başkalaşıyor ama sonuçta insan üzerindeki etkisi aynı. İşe ilk başlanılan dönemde hissedilen gerginliğin daha sonra psikolojik rahatsızlıklara ve en sonunda da depresyona dönüşeceği mutlak. Buyurun size bir neden daha.
Bu durumda; insanın yapacağı şey dış yaşamın yıpratıcı yansımalarından bir an önce kurtulup, kapağı eve atmak. Tabii ki yaşam zorluklarının herkesin evinin huzurunu ne boyutta etkilediğini bilemeyiz. Farz edelim ki, evde sükûn hâkim değil. Bu durumda kişisel depresif durum hanesine derin bir çentik daha atabilirsiniz.
Akşam yemeğinden önce bir kanaldaki haberleri dinlemek istediniz. Önce politik saldırıları izleyeceksiniz. Hele günlerde Salı ise ve de mecliste partilerin grup toplantıları varsa felaket. Ülkede her kes birbirine karşı ve hücum halinde. Ufukta bir seçim varsa durum iyice kötü. Aynen bu günlerde yaşadığımız / çok kısa bir süre sonra yaşayacağımız gibi. Ülkedeki felaket haberlerini ( kaza, yangın, su baskını vb ) takiben dünyadaki tüm asap bozucu olaylarını izleyeceksiniz. Arkadan ise cinayetler vb… En son olarak da paranın ve havanın durumu. Paranın durumu ise malumunuz. Havanın durumu Allah ne verdi ise.
Geçenlerde bir uzman haberleri dinlemenin insanları depresyona yönlendirdiğini kendisine müracaat eden hastaların durumlarından anladığını anlatıyor ve bu ortamın ve kişileri “ toplumsal depresyon’a “ nasıl ittiğini anlatıyordu. Uzmanlara göre, iktidar yanlısı, muhalif, zengin-fakir ayırt etmeksizin bu durum tüm toplumda mutsuzluk, motivasyon düşüklüğü ve çöküntü hali yaratıyor. Karamsarlık ekonomik kapanmaya da neden oluyor.
Evet, toplumsal depresyonun, bireysel depresyonu tetiklemesini mantık kabul ediyor. Tabii ki bireysel depresyonun yaygınlaşmasının toplumsal depresyonu şekillendirdiğini de söyleyebilmek mümkün. İyi de bizde bireysel depresyon zaten yaygınken ve de en üst seviyede seyreder iken, bunun bir adım ötesi ne ki? İnsanoğlu buna nasıl dayanır? Ve de dayanamaz ise ne olur? İşte böyle olur. Bu günleri yaşarsınız.
Bu arada yaşadığımız bu ortamda gerginleşmemek mümkün değil.
Bir öneri . Sağlığa faydaları ilk olarak “Hipokrat” tarafından dile getirilen sarı kantaron 14. yüzyıldan günümüze; kaygı, nevroz ve depresyon tedavisinde kullanılmaktadır. American Journal of Natural Medicine’de yayınlanan istatistiklere göre Almanya’da doktorlar sarı kantaronu “Prozac” gibi depresyona karşı kullanılan ilaçlardan 20 kat daha fazla önermektedir. British Medical Journal’da yayınlanan, 23 farklı araştırma da aynı sonuca işaret ediyor; sarı kantaron hafif ve orta dereceli depresyon tedavisinde en etkili çözümlerden biri. İngilizce adı ise St. John's Wort . Sonuçta kimyevi bir ilaç değil. Ben bunu bir profesör ile de konuştum. Antidepresan ilaç kullandığım için ikisinin bir arada kullanılmasının sorunlu olacağını söyledi. Tansiyon sorununuz olmadığına göre direk bana gelseydiniz size kimyevi ilaç değil bunu önerirdim diye de ilave etti. Emin olun ki, bir takım sıkıntılarınızdan sizi kurtaracaktır. Daha rahat olacağınız kesin. Piyasa da çeşitli şekillerde bulunabiliyor. Yerli ve yabancı birçok örnekleri var, raflarda ( Solgar +GNS vb.)
ANLATTIĞININ TÜMÜ KARŞINIZDAKİNİN
ANLABİLDİĞİ KADARDIR.
İşyerinde bir üstünüzden bu sözü duymanız çok zor. Bu durumda gereken, sizin neyi, nasıl anlattığınızı düşünmeniz bir tarafa dinleyenin anlatımınızın ne kadarını algıladığını çözümlemenizdir. Anlatım şeklinizi ona uygun düzeyde basitleştirmeniz sorunu ortadan kaldırabilir. Hani bir söz var; ne anlatırsanız anlatın, anlatımınızın tümü karşınızdakinin anlayabildiği kadardır” Görevde yükseldikçe konuları basitleştirmenin önemi daha iyi anlaşılır. Üstleriniz açısından tabii ki.
Sizin yerinizde olsam basit gelebilecek bu satırlara zaman ayırıp biraz düşünürüm. Acaba üstlerinize bir konuyu, derdinizi veya sıkıntınızı anlatamama durumunu kaç kez yaşadınız. Tabii ki ileride yaşayacaklarınızı kestirebilmeniz ve de bunun size maddi ve manevi maliyetini hesaplayabilmeniz mümkün değil. Mutlak zamanınız kıymetlidir. Ama yine de buna zaman ayırınız. Babam bana bu konuyu anlattığı zaman içimden “ Offf. Ne kadar da sıkıcı demiştim. Ben sizlere ısrar edemem. Yalnız yazarım ve söylerim. Tabii ki siz bilirsiniz.
Bazen iğne ucu kadar, küçücük bir şeyi karşınızdaki bir insana anlatabilmek için saatlerce kendinizi yorarsınız. Beceremez, bir kez daha baştan başlarsınız. Olmadı bir daha. Çaresiz düşünürsünüz. Acaba ben bir şeyi anlatmaktan aciz miyim, bunu neden beceremiyorum diye? Zaman zaman ben böyle düşünmüşümdür. Bu arada kendinizi tartabiliyorsanız sorun daha azalır gibi görünürse de genelde karşınızdakinin anlayış gücünü, anlayış kabiliyetini yorumlamaya başlarsınız. Ama nedendir bilmem bu tarafla ilgili yorumlama hiç derinlemesine yapılmaz. İnsan içinden hep kendisinde arar bu kusuru.
Benzeri bir sorun yaşamış ve bir türlü önemli bir konuyu anlatmaya muvaffak olamamıştım bir üstüme. Defalarca denedim. Olmadı. Bir çıkış yolu aradım durdum. Ve de buldum. Aynı konuyu aynı şekilde muhatabım ile müşterek bir dostumuza anlattım. Konuşma, konuları birbirine bağlama konularında benden çok yukarıdaydı. ı Düşünmüştüm ki bu konuyu o anlatırsa mutlak anlaşılacaktı. Konuya yabancıydı. Belki bir, belki de iki kez anlatımımı kendisine tekrarladım. Sonuç iyiydi. Konu net olarak anlaşılmıştı. Bir de aynı konuya yabancı olmayan bir başkasından yapacağı anlatımdan çıkartılacak sonucu kontrol etmek istedi kendisi. Bunu da yaptı. Sonuç iyiydi. O gün beni aradı. Çok haklısın. Bu iş böyle yapılmalı ve ben bunu çok iyi anlatabilecek seviyede bilgilendim dedi. Teşekkür ettim ve beklemeye geçtim. O kadar emindim ki peşin hükümlü olduğuna inandığım muhatabım bu müşterek yakınımızın anlatımına mutlak itibar edecekti. Neticeten bu dostun ricamı yerine getirerek bana dönmesi için kısa sayılamayacak bir süre bekledim. Aradı. Hayret müşterek dost buruktu. Biraz da kırgındı anladığım kadarı ile. Anlatmaya muvaffak olamamıştı. Bundan ötürü de üzgünüm diyerek mahcup bir eda ile konuştu
Sonuç almak yine de mümkün olmamıştı.
Artık kesinlikle inanmıştım ki bu söz çok doğru;“ Ne anlatırsanız anlatın, anlattıklarınızın tümü karşınızdakinin anladığı / anlayabildiği kadardır” Eğer anlatamıyorsanız, ısrar etmemek ve başka yöntem bulmak gerek. Peki; uzun çalışma hayatımda bunu ben uygulayabildim mi? Hayır. Bu anlattığım yaşanmıştan sonra bile mi? Evet; bu deneyime rağmen, halen inatla anlatmaya çalışırım. Peki; bu inat ve bu tarz zekice geliyor mu size? Kesinlikle hayır. Ama insan yaradılışı maalesef böyle. Değişim mi? Belki o mümkün ama o da bu yaştan sonra zor.
Sevgili genç arkadaşlarım. Hem vaktinizi hem de enerjinizi boş yere harcamayın. Benim yapmadığımı siz yapın. Önce üstünüzün neyi ne kadar anlayabilme kabiliyetine sahip olduğunu ölçümleyin. Onu siz o noktaya getirmediniz. Vardığınız sonucu yadırgamayın. Yine de neyi nasıl anlatırsanız daha anlaşılabilir olacağını düşünün. Ve de unutmayın. Benim sizi süratle anlayabilmem için anlatımınızın benim bulunduğum bilgi seviyesinin üzerinde olmaması gerekir. Unutmayın ki uğraşınızın sonucu belirleyen husus sizin anlatımınız değil. Benim anlattığınızın kadarını anlayabildiğimdir.
Yorumlar Tüm Yorumlar (32)