Bilgi tabanlı bir topluma geçişte, ekonomik ve sosyal değişimlerde meydana gelmekte olan fırsat ve risklerin iletişim, seyahat ve işgücü ile doğrudan ilişkisi, sosyal ve ekonomik eşitliği bozma eğilimindedir. Toplumların bir arada yaşamasının çimentosu ise bu aralığın en aza indirilmesindeki rolü ile eğitim ve öğretimdir. Bilgi ve işgücü, birbirinden ayrılmayan ve ayrılması olanaksız görülen (şimdilik) eğitim ve öğretimin önemini her şekilde arttırmakta ve bu birlikteliği sağlamak için yeni eğitim ve öğretim stratejileri oluşturulmaktadır.
Bir insanın sivil, sosyal ve iş ve/veya işsizlik ile ilgili bakış açısını değiştirecek olan yaşam boyu eğitimindeki amaç, bilgisini, beceri ve yetilerini kişisel olarak geliştirmeye yöneliktir.
Artık okul öncesi eğitimden emekliliğe kadar geçecek olan sürenin, yaşam boyu eğitim olarak adlandırılması ve böyle bir hedefin esas alınması, eğitim ve eğiticiler ile eğitim kurumlarının da yeniden yapılanmaları ve yeni eğitim ve öğretim tekniklerini devreye sokmalarını zorunlu kılmaktadır. Artık yeni Eğitim ve Öğretim stratejisi olarak okullarda, meslek okulları ve yüksek eğitimde “Modernleşme” çağı başlamıştır ve hedef, işgücü ihtiyacına yönelik vasıflı personel yetiştirmek olarak benimsenmiştir.
Türk Sivil Havacılığı, bu ve buna benzer sıkıntıları geçmişte yaşamış ve ne yazıktır ki, hala da yaşamaktadır. Eğitim ve öğretim, Sivil Havacılık gerekleri ile bütünleşmemiş ve eğitim ve öğretim bütünlüğü ile böyle bir eğitim ve öğrenimin ilkeleri oluşturulmamış, belirgin bir strateji ortaya konulamamıştır.
Buraya kadarına yer verdiğim yazım, 8-10 Eylül 2014 tarihinde başlayacak olan V. Ulusal Havacılık ve Uzay Konferansı, Erciyes Üniversitesi-Kayseri (UHUK-2014) için hazırladığım bildirinin giriş kısmı.
“Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (Yayın No: DPT:2577-ÖİK:590) Nitelikli insan gücü Meslek Standartları Düzeni Ve Sosyal Sermaye Birikimi Özel ihtisas Komisyonu Raporu”
- Artık sadece teknolojiyi alıp kullanabilen insan değil, teknolojiyi üreten, bilgiyi bilgiye tatbik ederek dünyayı yeniliklere taşıyan insan tipine ihtiyaç vardır, insan gücü niteliklerinde gözlenen bu değişim iki yönlü bir etkileşime yol açmıştır. Bir yandan kaydedilen gelişmeler ve teknolojik ilerlemeler yeni bir insan tipini gerekli kılarken öte yandan, bu insan tipi yeni bir çağın ve teknolojik gelişmelerin yaratıcısı üreticisi durumundadır.”
Tüm bu iyi niyet ve çabalara rağmen hala yeterli ve yetenekli insan gücü sıkıntısı çekmemizin nedenlerini sadece üniversitelerimizdeki günden güne düşen eğitim seviyesinde değil, plansızlıkta da aramalıyız, orta öğretimde de aramalıyız, ilköğretimde de.
Bir zeki gencimiz patent müracaatı yaparken kayıt için bin dereden su getirtirken, aslında o gencin peşinde koşmaları gerekmez mi?
Bir lise seviyesindeki yarışmada Dünya birinciliği alan kardeşimizi, devlet kanalıyla ister devlet, ister özel destekçi bulamıyor ve o buluşu ülke adına değerlendiremiyorsak, bunca kayba neden olanları kim cesaretlendiriyor?
Senden-bizden ayrımını bile bir kıstasa oturtmamışken, adam kayırmanın aynı zamanda düşman edinme anlamına geldiğini ne zaman fark edeceğiz?
Bizde, hiçbir başarının cezasız kalmadığını kaç defa ispat edecek ve kaç insanımızı daha çıkar çevrelerinin öldürmelerine müsamaha edeceğiz?
Başarı versus Ceza
Asıl sorun, bence, kişiliksiz nesil yetiştirmemizde yatmakta.
Birinci Ders:
Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı. Ben okulun en iyi öğrencilerinden biriydim. Son soruya kadar soluk almadan geldim ve orada çakıldım kaldım. Son soru şöyleydi:
“Her gün okulu temizleyen hademe hanımın ilk adı nedir?”
Bu her halde bir çeşit şaka olmalıydı. Kadını, yerleri silerken, hemen her gün görüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı. 50'lerinde falan olmalıydı. Ama adını nerden bilecektim ki! Son soruyu yanıtsız bırakıp kâğıdı teslim ettim. Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuçlarına dahil olup olmadığını sordu.
“Tabii, dahil” dedi, Hocamız...
“İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hak eden insanlar bunlar. Onlara sadece gülümsemeniz ve 'Merhaba' demeniz gerekse bile...”
Bu dersi hayatım boyunca unutmadım. Hademenin adını da...
Dorothy idi.
İkinci Ders :
Bir gece vakit gece-yarısına doğru Alabama Otoyolunun kenarında duran bir zenci kadın gördüm. Bardaktan boşanırca yağan yağmura rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu. Geçen her arabaya el sallıyordu. Yanında durdum. 60'lı yıllarda bir beyazın bir zenciye, hem de Alabama'da, yardıma kalkışması pek olağan şeylerden değildi.
Onu kente kadar götürdüm. Bir taksi durağına bıraktım. Ayrılırken ille de adresimi istedi, verdim. Bir hafta sonra, kapım çalındı. Muazzam bir konsol televizyon indiriyordu adamlar. Bir de not ekliydi, armağanda...
“Geçen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunç yağmur sadece elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti. Kendime güvenimi yitirmek üzereydim, siz çıka geldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının başucuna zamanında ulaşmayı başardım. Biraz sonra son nefesini verdi. Tanrı bana yardım eden sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin yardım eden herkesi kutsasın...
En İyi Dileklerimle,
Bayan Nat King Cole.”
Üçüncü Ders :
Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler. Tek yaşam şansı, beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevî bir şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden antikorlar oluşmuştu. Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. Küçük çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve “Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı” dedi. Kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu. Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü de giderek soluyordu...
Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu:
“Hemen mi öleceğim ?”
Ufaklık, doktoru yanlış anlamıştı, ablasına vücudundaki bütün kanı verip, öleceğini düşünüyordu.
Önemli olan Vermektir..
Dördüncü Ders :
Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak diye gözlüyordu...
Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.
Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu.
Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Kan ter içinde kaldı ama sonunda, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü.
Açtı... Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde...
“Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir.” diyordu kral.
Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.
“Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır.”
Beşinci Ders :
Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu... Çocuk sordu:
“Çikolatalı pasta kaç para?” “50 Cent”
Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir daha sordu:
“Peki, dondurma ne kadar?”
“35 Cent” dedi garson kız, sabırsızlıkla. Dükkânda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu. Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki...
Çocuk parasını bir daha saydı ve “Bir dondurma alabilir miyim, lütfen?” dedi.
Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu, birden..
Masayı sanki akan gözyaşları temizleyecekti.
Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 Cent'lik bahşiş duruyordu.
Size hizmet edenleri hep hatırlayın...
Bu ve bunun gibi örnekleri çoğaltabiliriz.
Ne yazık ki insanoğlu hep kötü örnekleri hatırlar. Toplum mühendisleri de öyle olsun ister çünkü korku daim olmalı ve halk, ancak kendine verilenle yetinmelidir. Bilginin ve düşüncenin hoş karşılanmadığı ve bilginin para etmediği bu düzen, ülkemizde 1948 yılında Fulbright Anlaşması ile yerleşmiş ve artarak geriye gidişimizi hızlandırmıştır.
Bunun en güzel örneğini “Bellek” üzerine yaptığı çalışmalarla 2009 Nobel Tıp Ödülü’nü alan Dr. Jonathan Benson, şimdiye kadar yapılan en kısa Nobel konuşmasında demiş ki:
Bakınız..!
İnsanımızı yeti ve yetenekli yetiştirirken kişilikli yetiştirmek, asıl amacımız olmalı.
Yorumlar