Elbert Hubbart'ın Garcia'ya Mektup (A Message to Garcia) adlı yaklaşık yüz sene önce "Philistine" adlı aylık derginin 1899 Şubat sayısında yayımlanan yazısı, tarihin en fazla okunan yazı özelliğini taşır.
Hubbart'in "Garcia'ya Mektup"undan etkilenen ilk kişi, New York Merkez Demiryolu İşletmesi yöneticilerinden George Deniels oldu. "Garcia'ya Mektup"u beş yüz bin adet bastırdı ve "Bu çavuşu örnek alınız" ön yazısıyla işletmenin tüm çalışanlarına dağıttı.
"Garcia'ya Mektup"un varlığı, kısa bir süre sonra Rus Demiryolları Genel Yönetmeni Prens Hilakoff'un kulağına ulaştı. New York Merkez Demiryolu İşletmesi çalışanlarından birinden sağlanan "mektup"un bir kopyasını okuduktan sonra Prens Hilakoff, bunun Rusça'ya çevrilmesini ve Rus Demiryolu Şirketi'nin tüm çalışanlarına dağıtılmasını emretti.
"Garcia'ya Mektup", demiryolu işçilerinden, Rus Ordusu mensuplarının eline geçti. Erler arasında elden ele dolasan mektubu Ordu Komutanları okuyunca, mektubun "resmileştirilmesine" ve tüm ordu mensuplarına dağıtılmasına karar verdiler.
Japonlarla başlayan savaş için cepheye giden Rus askerlerin tümünün üniformalarının ceplerinde "Garcia'ya Mektup"un bir kopyası bulunuyordu.
Japonlar, savaşta tutsak aldıkları Rus askerlerin tümünün ceplerinden çıkan "Garcia'ya Mektup"u görünce bunu ciddi bir incelemeden geçirdiler.
"Mektup" Japoncaya çevrildi ve bunun, "Tutsak alınan tüm Rus askerlerin ceplerinde bulunduğu" haberiyle birlikte Japon İmparatoru'na sunuldu. "Mektup"tan imparator da etkilendi ve birer kopyasının Japon Hükümetinin tüm üyelerine dağıtılmasını emretti. Tüm Japon Bakanlar, "Garcia'ya Mektup"u çoğaltıp, kendi bakanlık örgütünde görevli tüm çalışanlara gönderdiler.
Garcia'ya Mektup nedir?
Amerika Birleşik Devletleri ve İspanya arasındaki savaşın bir aşamasında ABD Başkanı, çok acele olarak Küba'daki isyancıların önderi Garcia'ya bir haber göndermek ister. Garcia, hangisinde olduğu bilinmeyen Küba dağlarından birinde ve nerede oldukları bilinmeyen onlarca sığınaktan birinde saklanıyordu. Kendisine posta ya da telgraf yoluyla ulaşabilmek olanaksızdı.
ABD Başkanı'nın ona, ne denli önemli bir haber göndermek istediğini bilen çevresindekiler (İspanyollara karşı olası bir savaşta Küba Asileri dedikleri isyancılarla ABD’nin birliktelik çağrısıdır), Garcia'ya bir haberin, ancak elden götürülebilecek bir mektupla ulaştırılabileceğini bildirmek zorunda kaldılar. Başkanın çaresiz bakışları karşısında yanıt, çevresindeki subaylardan birinden geldi.
“Benim birliğimde, Rowan adında bir çavuş vardır” dedi. “Kimsenin nerede olduğunu bilmediği Garcia'yi o bulabilir ve mektubunuzu kendisine ulaştırabilir”.
Bu yanıta Başkan'ın aklı pek yatmamıştı ama ortada yapılabilecek başka bir şey yoktu. Rowan çağrıldı. Kendisine, Garcia'ya gönderilecek mektup uzatıldı ve... “Bunu, Garcia'ya teslim edeceksin” denildi.
Rowan mektubu aldı, yanındaki deri kesenin içine koydu, kesenin ağzını sıkıca büzdükten sonra, göğsünün üzerine kayışla bağladı. Önce Başkan'a selam verdi, sonra komutanlara, en sonra da kendi komutanına selam verdi, dışarı çıktı.
Rowan, yola çıktıktan tam dört gün sonra, gecenin karanlığından da yararlanarak, bir kayıkla Küba sahiline vardı. Küba'nın, balta girmemiş ormanlarına dalıp, gözden kaybolduktan üç hafta sonra, adanın öteki yakasında ortaya çıktı. Ülkesinin düşmanı bir ülkeyi, yürüyerek bir uçtan öteki uca geçti ve Garcia'ya, mektubu teslim etti.
Olaya bir de şu açıdan bakalım:
ABD Başkanı Mckinley, Garcia'ya teslim edilmek üzere Rowan'a bir mektup verdi. Ona yalnızca, “Bu mektubu Garcia'ya teslim ediniz” dedi. Rowan mektubu aldı, göğsüne bağladı, selamını verdi ve odadan çıktı.
“Garcia nerede?” diye bir soru sormadı.
“Garcia kim?” diye bir soru da sormadı.
Yaptığı tek şey, kendisine verilen görevi almak oldu.
Zaten kendisinden beklenen, onun da yapması gereken buydu.
Son cümle, aslında kahraman yaratmak için kurulmuş bir cümledir. Konuyu bilmeyenler için bu geçerli olabilir ama akademiden itibaren Latin Amerika ülkeleri için Askeri Haber alma örgütünde Casusluk yapmış, o ülkelerin dilini ve tavırlarını bilen bir ajandır kendisi. Bir askeri istihbaratçı olarak kim ve nerede sorusunu soramazdı. O bilmeyecek de kim bilecekti? Zaten sonraları yazmış olduğu kitap “The island of Cuba”, 1896 da yayınlanmış, 1897 de de 2. baskısını yapmıştır.
“Rowan'in örnek alınması gereken özelliği, verilen görevi sadakatle kabullenmek, o görevi yerine getirebilmek için hemen harekete geçmek ve görevi eksiksiz tamamlayabilmek için tüm enerjilerini bir noktada toplamak disiplinidir.”
Devletlerin halktan bekledikleri “hizmet” anlamında bu teğmen hep örnek gösterilmiş, itaatkâr olmanın fazileti ön plana çıkarılmıştır. “Garcia'ya mektup götürecek kişilere gereksinimimiz var. Hem de en kısa sürede, her yerde ve her zaman...” diyerek, bizlerin düşünmeden, yaratıcılıktan uzak, verilen görevi yerine getiren ruhsuz bir köle olmamız istenmektedir.
Bugüne kadar “araştırma” yapmayan ya da yapamayan üniversitelerimizin çokluğu, sanki düşünen adam istenmemesinden kaynaklanmakta imiş gibi gelmekte bana. Yüzlerce yetersiz üniversite açıp vasıfsız üniversite mezunu yetiştirmenin ne anlamı var? Zaten bu “üniversite meeezunu” sözü de artık alay konusu oldu. Kişilik yok bu tanımda.
Aziz Sancar hatırlattı. Hani hep duyarız “onun sayesinde başardım” denmesini. Kökü Farsça'daki “saye” yani “gölge” anlamında olan çok yalın bir sözcüktür. Bizler onu “senin gölgende, senin yardımınla” anlamına gelen çok ince bir teşekkür olarak kullanırız. Yaşantımızın nerede ise tümünü hep başkalarına yönelik ve onlara göre düzenlenmiş olarak yaşamaktayız.! Aramızda bazıları bu çizgiden birazcık kaysa hemen “bencillikle” suçlarız. Evlerimizde bile kişisel alan yoktur. Karı-koca, abi-kardeş ya da kardeş kardeşe hep paylaşırız. Birisi yalnız kalıp kendini dinlemek için bir odaya kapansa, hemen koşar “Neyin var, hasta mısın, bir yerin mi ağrıyor, kim üzdü seni?” gibi onun iç dünyasına girmeye çalışır, bir türlü “onun iyiliği” için onu kendisi ile baş başa bırakmayız! Baş başa sözcüğü bile tekil değil gördüğünüz gibi!
Okulda, sonra yüksek okulda, ne okumuş olursanız olun, kaç lisans, kaç doktora yapmış olursanız olun, size her şey öğretilir ama kendinizle barışık, kendinizle nasıl mutlu olacağınız öğretilmez. Sadece sisteme 23 cent’lik asker yetiştirilir. Buna da “eleman” deniyor şimdilerde.!
Kişilik sahibi olmamızı zorlaştıran bir sosyal yaşamdan kurtulup birey olmayı becerebilmek, çoğumuzun şu an üstesinden gelemediğimiz ama gelmeye çalıştığımız bir uğraşıdır. Mutlu olan ülkelerde bu tavrı hemen görürsünüz. İleri medeniyet sergileyen ülkelerde, kişilik hakları korunur ve kollanır. O ülkelerde kadını sokakta öpebilir ama değil bıçaklamak, fiske dahi vuramazsınız. Bizde ise kadını sokakta öpemezsiniz ama onu bıçaklayarak öldürmenize kimse engel olmaz.
Mutluluk, maddi ve/veya manevi özlemlere ulaşılması sonucu hissedilen bir tatmin ve kıvanç durumudur. Bu nedenle mutlu olmak için önemli olan kişinin yaşamı boyunca onu mutlu eden şeylerin farkında olması ve bunları hayatına sokmak veya hayatında tutmak için neler yapabileceğini keşfetmesidir.
Mutlu olmak için önce mutluluğun önündeki engelleri kaldırmak, kendinizi olduğunuz gibi kabul etmeniz lazım. Bilimsel araştırmalar, mutluluğun bir seçim olduğunu söylemekte. Mutlu ol ki daha verimli çalış, başarılı ol ve para kazan diye söylenir. Yapılan araştırmalar olumlu düşüncenin zihnin enerji ve dayanıklılığını yükselttiğini, bununda çalışma verimini arttırdığını kanıtlıyor. Mutluluk ve mutsuzluk öğrenilebilir kavramlardır. Düşüncenin olumlu ya da olumsuz oluşuyla yakından ilgilidirler ve bu nedenle toplumun ve yaşam şartlarının bize öğrettiği mutluluk kavramını biz kendimiz için oluşturmalıyız.
Zamanınızı iyi değerlendirin. Sürekli yeni bilgiler edinmeye çalışın. Hiçbir şeye kendinizi fazla kaptırmayın. Stres yönetimi ile iç huzurunuzu bozan şeylerle savaşmayı öğreniniz. Kişiliğinizi oluştururken, kendinizle barışık, iç sesinden vazgeçmeyen, takıntısız, kendi hedefleri olan bilgili, araştırmacı, okuyan, gezen ve çevresi dışına taşan sosyal birisi olmaya özen gösterin.
Elbet sürüden ayrılmanın da bir bedeli vardır.
Hazır mısınız göğüslemeye?
Happiness is when what you think, what you say, and what you do are in harmony.
Mutluluk, düşündüğünüz, söylediğiniz ve yaptıklarınızın uyum içinde olmasıdır.
Mahatma Gandhi (1869 - 1948)
Yorumlar