Tambora’da 1815’de meydana gelen korkunç patlama, bir doğal felaketin dünya tarihini nasıl etkileyebileceğinin iyi bir kanıtı. Toplu göçlere neden olan, sosyal haklarda değişim sağlayan ve bisikletin icadına imkan veren bu patlama, sosyal yaşamı etkiledi.
İlk önce hiçbir görgü tanığı yoktu, buna karşılık patlamayı duyanların sayısı bir o kadar da çoktu. 5 Nisan 1815 akşamında gerçekleşen bu patlama, Endonezya adalarının çok ötesinden yankılanmıştı. Aralarında yüzlerce kilometre mesafe olan yerlerin komutanları, valileri, birliklerini harekete geçirip gemilerini savaşa hazırladılar. Herkes, çok yakınlarda bir yerde top atışı yapıldığını düşünmekteydi.
Doğu Hindistan’ın İngiliz Vali Yardımcısı Thomas Stamford Raffles, Batavia’dan (şimdiki adı Jakarta) bir arama gemisi gönderdi. Güya silah seslerini bir denizcinin imdat işareti olarak yorumlamıştı. Arama gemisi döndü dolaştı ama bir şey bulamadı. Nasıl bulacaktı ki? Gürültünün kaynağı, Batavia’nın 1300km doğusundaki Sumbawa Adası’ndaki Tambora yanardağının patlamış olmasıydı. Dehşetine rağmen gümbürtü, dört buçuk gün sonra yaşanacak cehennemin sadece giriş nağmeleriydi.
Patlamanın merkezinin 350km uzağındaki Sulawesi açıklarında bulunan Britanya Doğu Hindistan Kumpanyası savaş gemilerinden Benares’de duyulan gümbürtü, kulakları sağır edecek cinstendi. Kaptan Eatwell’e göre ‘aynı anda üç ya da dört top atılmış gibi’ydi. Sonra karanlık çöktü. Öğle vakti bile en kara geceden de karanlık idi. Gökten o kadar kül yağıyordu ki, Benares alabora olmasın diye mürettebat külleri denize kürüyordu.
19 Nisan’da kül bulutu biraz çekilince Benares, ancak Sumbawa olabilecek ama artık pek de Sumbawa’ya benzemeyen bir adaya ulaştı. 280km uzunluğunda, 80km genişliğinde, ama tamamen değişime uğramış halde. Tambora’nın bir zamanlar simetrik, denizcilerin geniş bir alanda yön bulmasına referans olan konisi uçup gitmişti. 4300 metrelik yükseklik 2850 metreye inmiş, ada sakinlerinden de hiçbir iz yoktu. Cehennemden sadece birkaç ada sakini sağ çıkmıştı. Pekat ve Tambora Prenslikleri yeryüzünden silinmiş, en az 10.000 insan ölmüş, 50 ila 100.000 insan da sonraki haftalarda açlıktan kırılmıştı.
Tambora’nın haberi yelkenli gemilerin hızıyla yayıldı. Bundan dolayı büyük patlamaya tepkiler zayıf kalmıştı. Oysa atmosferdeki küller kısa sürede yağmurlar tarafından yıkanıp rüzgarlar tarafından uzağa üflenmişti. Fakat patlamanın şiddetiyle milyonlarca ton sülfür de çok yukarılara fırlamıştı. Bu renksiz gaz, buharla birlikte sülfürik aside karıştı, sonra peçe gibi gezegenin üzerine çöktü. Bu facia, durdurulamaz biçimde yol almaya başlayan, dünyayı kalıcı olarak değiştiren bir trajedinin ilk perdesi idi.
İnsanlar neye uğradıklarını şaşırdı. Sular altında kalan Paris’te çanlar duaya davet ediyor, Gent’te insanlar ‘dünya batıyor’ diye sokaklara fırlıyordu. Bologna’da bir vaiz, güneşin 18 Temmuz 1816’da tamamen söneceği kehanetinde bulununca hapsediliyordu. Haziran başında İngiltere ve Bavyera eyaletlerinde kar yağdı, Saksonya’da çayırdaki hayvanlar boğularak öldüler, Hollanda’da çiftçiler, sel basan çayırlardan son samanı da aldıktan sonra hayvanlarını kestiler. Ren, Neckar, Seine ve Saone nehir köyleri ve şehirleri sular altında kaldı. Henüz ağustos bitmeden İngiltere’de tarlalarda mahsul yine kar ve buz altında kaldı.
Stokların durumu o kadar vahimdi ki, İngiliz yetkililer tarım raporlarını gizli olarak derecelendirip, sadece birkaç örneğini elden ele dolaştırdılar. 1817 yılı başındaki tifo salgını, zaten yeterince baslenemeyen insanlardan on binlercesini öldürdü. Nisan 1817’de İsviçre’nin bazı bölgelerinde buğday fiyatları fırladı. Almanya’nın Baden eyaleti son 400 yılın en kötü hasadını yaşıyordu. Württemberg’de patatesler toprakta bozuluyordu. Fransa’da iç savaş sahneleri yaşanmaya, İngiltere’den devrim kokusu yükselmeye başladı. Viyana, umutsuz kitleleri silah zoruyla zapt etmek için birliklerini yolladı.
1816 sonu ve 1817 senesi arasında güneybatı Almanya’dan on binlerce insan Amerika kıtasına göç etti. Aslında bu pek de iyi bir plan değildi. Zira Atlas Okyanusu’nun diğer tarafında da manzara pek değişmiyordu. Orada da kış gibi bir yaz geçiyordu. Kuraklık artmıştı. Facia, Kanada’da günlerce süren kar yağışı ile geliyorum demişti. Mayıs ayı kuzey Amerika’ya Main’den Tenneessee’ye kadar don getirmişti. Vermont’da temmuz ayında yeni kırpılmış koyunlar donarak öldüler. Boston’da kar taneleri hortumlar yaparak etrafta dolaşıyordu. Albany’den (New York) kış fırtınası haberleri geldi. Temmuz kar ve don, Ağustos’dan 1817 Mayıs’ına kadar don, sonra da Mayıs ortasında kar yağışı.
1916’da I. Wilhelm ve eşi Katharina tam da bu ‘yaz’sız yılda, Stuttgart’da tahta çıkmıştı. Facia karşısında çorba veren aş evleri, hastaneler ve bir yardım sandığı kuruldu, istihdam yaratmak için bir program hazırlandı ve İç İşleri Bakanlığı’nda bir ‘yoksullar komisyonu’ oluşturuldu. Bunların hiçbiri daha önce yoktu. Facia, modern kriz yönetimimi beraberinde getiriyordu. İngiltere yeni bir sosyal mevzuat hazırladı. Fransa kontrollü ekonomi politikasıyla daha eşit bir dağılım sağladı. İrlanda yardım örgütlerine yeni bir düzenleme getirdi. I. Wilhelm 1818’de, bugün halen Hohenheim Üniversitesi olarak devam eden tarım ve bilimcileri açısından halen birinci adres olarak bilinen ilk tarım enstitüsünü kurdu.
Ormancı Karl Drais yıllardır mekanik bir taşıt üzerinde çalışıyordu. Napolyon savaşlarının neden olduğu at sayısındaki azalmaya paralel, bu zor şartlar içerisinde atların açlıktan ölmeleri, daha çok çalışıp sonunda 1818’de Fransa’da “velocipede’ isimli iki tekerleğine patent almasını çabuklaştırdı.
İngiliz şair Lord Byron, 1816 yazını Cenevre gölü kıyısındaki bir villada geçirmişti. Yazar arkadaşı Mary Shelley’de birkaç arkadaşı ile oradaydı. Üzüntülülerdi çünkü tatil yerleri de felaket bölgesinde kalmış, evden çıkamaz olmuşlardı. Zaman öldürmek için Byron yazarlık yarışması düzenledi. İçinde bulunduğu ortamı dikkate alırsak, 17 Haziran 1816’da ‘vampir’ prototipini yarattığını söylemek hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Asıl şaşırtıcı olan ise Shalley’in ‘Frenkeştayn’ yaratması idi. Bu azametli karanlık, bu iki kavramı doğurmuştu.
1817’de kolera, Hindistan’da bilinmekte idi. Felaket ile birlikte zaten zayıf ve aç olan insanlar, felaketten kaçmaya çalıştılar. Ganj Vadisinden kaçan bu insanlar virüsü İngiliz Sömürgeleri olan Nepal ve Afganistana taşındı. Hazar denizinden Volga boyunca Baltık bölgesine kadar hastalık yayıldı. Elbette göç bu kadarla kalmayacaktı. Avrupa ve Amerika kıtalarına kolera’nın varışı 1830’ların başıdır. Berlinde 1500, Paris’te 18.500 insanın hayatına maloldu. Sadece New York’da 3500’ün üzerinde insan ölmüştü.
Bulaşıcı hastalık ölüm getirdi ama salgının bu boyuta gelmesinden hijyenik şartların sorumlu olduğu anlaşıldıktan sonra, şehirler modernize edildi. Pislik, sokaklardan akıp içme suyu olarak kullanılan nehirlere dökülmekten kurtuldu. New York, Londra ve Hamburg büyük atık su sistemlerini kurdular. İçme suyu sağlanması ve sağlık politikası kamu görevi oldu.
Fred Langer
- / -
Günümüzdeki eğitim sistemi, akademik yetenek üzerine kuruludur. Kamu yararı hiç düşünülmemiştir. Her şey, endüstrinin gereklerine bağlıdır. Bundan dolayı kamu eğitimi ikiye bölünmüş durumdadır. Endüstriyel iş sahaları önceliklidir. Geriye kalan sahalar ise desteklenmez. Müzisyen olma, resim mi yapmak istiyorsun, vazgeç. Tiyatrocu mu olacaksın, aç kalırsın. Sanat seni geçindirmez, sporcu olacaksan futbolcu ol gibi.
1.ci dünya savaşından sonra öngörülen bu akademik eğitim sistemi, yaratıcılığı öldürüp “başarı” ile özdeşleştirilmiş, bu sisteme uyan ülkemiz de işe alınacak herkese önce “üniversite mezunu” şartı koymuştu. Yani üniversite, başarının anahtarı olmuştu. Kimse yetenek, girişimcilik ve zeka istemiyordu. “Çamurdan olsun, üniversite mezunu olsun” düşüncesi o günlerde işi kotarmakta idi.
UNESCO önümüzdeki 30 sene içerisinde tüm dünyada, insanlık tarihinden bu yana gelmiş-geçmiş tüm nüfustan daha fazla üniversite mezunu insan yetiştirmiş olacağımızı hesaplamış. Şu anki durumumuza bakarsak, artık “üniversite mezunu” olmak işe yaramıyor. BA yapmış olanlar bir kısma, PhD yapmış olanlar diğer kesime hitap ediyor. Yani akademik eğitim iflas etmiş durumda. Ülkemizdeki “kaza” haberleri de onca eğitim görmüş insanlarımızın hangi seviyede olduklarını göstermekte.!
Peki yetenek, zeka ve girişimcilik nerede kaldı?
Çevremizi gözümüzle, kulağımızla, burnumuzla, dilimizle, elimizle dokunarak algılarız. Zekâmızı hislerimiz ile algımızı birleştirerek geliştiririz. Üstelik zeka dinamiktir. Tüm duyu, his ve algımızın yaratıcılığa dönüşmesinde beynimizin girişimciliği esastır.
Geleceğin ve insanlığın kurtuluşu, “İnsan Kapasitesi”nde gizlidir. İnsanımızın bu kapasitesini ortaya çıkarmaya yönelik bir eğitim, günümüzün eğitimi olmalıdır.
- /-
Felaketler gelmeden kimsenin önlem almadığı tarihi bir gerçek.
Bu günlere nasıl gelindiğini düşünürken, hiç akla gelmeyen doğa olaylarının yanı sıra, kendi geleceğimizi düşünmeden nasıl harcadığımızı gören, bilen ve farkında olan kaç kişi vardır diye merak ettim. Hala sayılarla övünmekten öte gidemediğimizin farkında olanlar, kendilerini nasıl bir geleceğin beklediğini düşünüyorlar mı?
Bir uçağın gecikmesi, nedeni ne olursa olsun, sistemi bozmuyor. Bilgisayarlar artık insanların önünde. Zaten meslek kapsamında olmayan havacılığın her kolu, bilgisayara yenik düşmüş vaziyette.
Havacılıkta çağ atladık diyenleri duyuyorum. Teknolojik gelişim ise var hızıyla sürüyor. Ulaşımda iletişimin geçirdiği evrim yetişilmez bir hızla sürmekte. Tüm bunlar olurken devreye giren 19. Ek (Annex) ise insan ilişkilerinin önemini ve davranış biçiminin evrenselleşmesi anlamını taşıyor.
THY açıklamış, “Yolcu sayımız arttı ama doluluk oranımız düştü”.
Bunun ne anlama geldiği sadece THY çalışanları değil her havacı düşünmeli. Fikir üretmeli.
Plansız, mesleksiz ve İngilizcesiz bir gelecek için ne söylesek boş.
Yorumlar