Yeni Zelanda’da uçmak üzere şirket bir anlaşma yapmış. İzinleri almak da bana düştü. CAA of NZ ile görüşmeye başladım. Şirket ile ilgili gerekli bilgi ve belgeleri gönderdim. Onlar benden ne isteyecekler diye merak ediyordum. Kısa bir süre sonra yanıt geldi. Şirketin “Security Program”ını istiyorlar. Sene 2000. Daha ülkemizin bir “SECURITY PROGRAM”ı yok ama şirketimizin var. Dahası, nerede ise çalıştığım tüm şirket belgelerini “manual” ben hazırladığım için deneyimliyim ve elimizde mevcut şirket “Security Program”ını göndermeden önce incelemeye aldım. Bazı düzeltme ve düzenlemeleri yaptım üzerinde ama içime sinmedi. Başlamak için CAA of NZ güzel bir örnek olacaktı. Internet sitelerinden yol gösterici örneği indirip kontrole başladım. İşte o zaman “SECURITY PROGRAM” ne imiş, nasıl hazırlanmalı imiş onu gördüm.
Elbet bir örnek yetmeyecekti. Bunca belge yazıp, tüm Avrupa semalarına uçuş düzenlemiş birisi olarak İngilizler, Almanlar ve Fransızlar neler yapmış bilmeliydim. Elbette bir İrlanda şirketinin kurduğu ve hazırlamış olduğu Security Program yanlış ve eksik değildi ama son 10 senedir gelişmeler uygulanmamış görünmekte idi. Başıma büyük bir dert almıştım. Hem Yeni Zelanda’ya kabul edilebilecek bir şirket Security Program’ı göndermeliydim, hem de bunu en kısa zamanda yapmalıyım. Bizde gece yarısı saat 24:00 olduğunda, Yeni Zelanda işe başlıyordu saat 09:00’da. Görülen oydu ki uykudan fedakarlık edecektim. Fazla sürmedi ama yine de çok kısa bir sürede, bir iki tartışmadan sonra CAA-NZ onayını aldım ve uçuşlar başladı.
Şimdi biraz rahattım ama yine içimde bir eksiklik hissi beni boş bırakmadı. Ülkemizin bir “NATIONAL SECURITY PROGRAM”ı olmayışı yanı sıra, diğer şirketlerin de doğru ve düzgün böyle bir programa sahip olmaları için bir şeyler yapmalıydım. Sonra kararımı verdim. İşin kaynağına gidecek ve böylece ülkedeki mevcut ve kurulacak olan her şirkete yol gösterici bir belge bırakacaktım arkamda. Tam o arada III Aviation Symposium, Kayseri-2000 çağrısı düştü önüme internette. Bu bulunmaz bir fırsattı ve hemen hazırlıklara başladım.
“Üç yabancı Sivil Havacılık Otoritesi tarafından kabul ve onaylanmış bir Havayolu şirketi olarak bu sempozyumda deneyimlerimizi ve bilgilerimizi paylaşmanın şart olduğunu kabul ederek;
Ayrıca, TR-CAD tarafından sorulduğunda, Ulusal Sivil Havacılık Güvenlik Programı'nın oluşturulmasında her fırsatta yardımcı olmak ve katılmak zorunluluğunu hissederek;
Ülkemizde bir Ulusal Güvenlik Programı olmadan şirketimiz için bir güvenlik programı hazırlarken yaşadığımız ikilemi itiraf etmeliyim.”
Böyle bir giriş yapmak zorunda idim çünkü ortada bırakın böyle bir program şartını, örneği bile yoktu. Ayrıca o sene tek İngilizce bildiri, benim hazırladığım bildiriydi.
Halbu ki USA, UK, Australia, Holland, Hong Kong, Switzerland, Thailand, Canada, Japan, New Zealand ve Singapore birbirlerinden değişik uygulamalara yer vermişlerdi.
Ülke insanı olarak kopya çekmeyi severiz. Bir havayolunda çalışmakta iken SHGM’de Operations Inspector olarak çalışmaya başladım. Denetimlerin birinde bir başka şirketin benim yarım bıraktığım OM taslağını önüme koyup, “Hazırlıyoruz.!” demeleri çok ilginçti.
Tüm bunları bildiğimden, şu an içinde bulunduğumuz şartları yansıtacak ve yönetebilecek bir Security Program’ın yapılmamış olduğunu düşünmek yanlış bir sanı olmayacaktır. Ulusal Otoriteler ile bağlantı kurulması maddesi, çoğu zaman göz ardı edilmişti. Şu an alınan önlemleri bilmiyorum ama Ulusal Sivil Havacılık Güvenlik Programı'nda “salgınlar” konusunun yer alması gereğine gönülden inanıyorum.
Bu işin havayolu kısmı.
Havalimanları kısmına gelince;
Şu an sıkı bir gözlem yapıp eksikleri sıralamanın tam zamanı. Sadece “var” diyebilmek için hazırlanmış bazı belgelerin çok ciddi bir şekilde gözden geçirilmesi, sadece yolcu değil, yolcuları karşılayan, onlarla yakın temasta olup dertleri ile uğraşıp görevlerini yapmaya çalışan havalimanı çalışanları için de özel şartların eklenmesi gereği artık gerekten de öte bir zorunluluktur.
‘Kol kırılır yen içinde kalır’, eziklerin sığındığı bir deyimdir.
Nedenleri, hatta asıl ‘kök neden’i bulmadıkça iyileşme sağlanamaz.
SMS üzerine yazılan harika eserler var. Hepsi de yol gösterici ve yapıcı.
Gerçek ise bizim kültürel eğilimimizde saklı.
Gibi yapmak, basit başarılarla övünmek ve yok muşçasına davranmak.!
Bu günden örnek verip kimsenin bam teline dokunmak istemediğimden, geçmişten örnek vermek daha iyi olur.
Kadın adamı uyarır; “Bende AIDS var” diye.
Adam umursamaz, “AIDS bana vız gelir” der ve beraber olurlar.!
İlk Covid-19 salgını başladığında da aynı tavırları gördük.
Artık eğitilmiş diyemiyoruz. Lisans, doktora sahibi diyoruz çünkü eğitim apayrı bir şey.
Geniş bakış açısı, ileriyi görebilme yetisi, analiz ve sentez alışkanlığı sanat (yaratıcılık) ile birleşmedikçe, eğitilmiş olmuyor insanımız. Okuduğunu anlamakta zorlanan, liseyi bitirdiğinde zar zor 9000 sözcük ile meslek edinmeye başladığında en iyi bildiği şeyi yaparak mezun olmaya çalışıyor. Ezberleyerek.!
Eski Rusya, eğitimde eşsiz bir sistem yaratmıştı.
Ortaokulu bitirenleri sınayıp, yeteneklerine göre yönlendiriyorlardı. Lise eğitimi aslında bir meslek eğitimiydi (meslek liseleri). Liseden mezun olanlar mesleklerini yapabiliyorlardı. Lise mezunlarına soruyorlardı yükseğini okumak ister misin diye. İsteyenleri üniversiteye gönderiyorlardı. Üniversiteye girerken sıkı sıkı tembih ediyorlardı mezun olup diplomanı alabilmek için güzel sanatların her hangi bir kolundan sertifika getirmelisin diye.
Yüksek matematik okumak için üniversiteye kaydolan genç bu uyarı üzerine sorar;
-Ben matematikçiyim. Neden güzel sanatlar?
-Bildiğin gibi dünyanın çeşitli üniversiteleri matematik üzerine binlerce mezun verirler. Sen ise güzel sanatların her hangi bir kolunda eğitim görürsen, yaratıcılığın ne demek olduğunu anlar, hisseder ve matematikte çözülmemişleri çözebilir, bulunmamışları bulur ve yeni teoremler yaratabilirsin.!
Tıpkı Köy enstitülerinden yetişmiş Aşık Veysel, Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Dursun Akçam, Yusuf Ziya Bahadınlı, Mehmet Başaran, Ümit Kaftancıoğlu, Osman Şahin, Hasan Kıyafet, Behzat Ay, Ali Yüce, Adnan Binyazar, Kemal Burkay gibi sanatçıların yanı sıra Halk Evlerini kurup buralarda Yaşar Kemal, Muzaffer İzgü, İlhan-Turhan Selçuk, Muammer Karaca, Münir Özkul’ların yetişmesine olanak sağlayan Mustafa Kemal, elbet eğitimin sanatsız olmayacağını görmüş ve buna inanmış bir liderdi.
Bilimin sanatı, sanatın da bilimi desteklediği zaman, kalıcı başarı oluşur.
İnsanımızın bilime inanmayıp bilimi hiçe saymaları, her türlü mücadeleden yenilgi ile çıkacağımızın an büyük kanıtıdır. Yine de bu bütçe dağılımında bilim insanı yetiştiremeyeceğimizi göz ardı etmeyelim. Araştırmayı, soruşturmayı, sorgulamayı öğretmediğimiz sürece kısır başarıları büyütmek zorunda kaldığımızı da unutmayalım.
28 Mart 2020 itibariyle İsveç’te 3 447 hasta ve 102 ölüm gerçekleşmiş durumda. Harita üzerinde şehir, kasaba ve köy köy sayılar yayınlanıyor ki halk gerekli önlemleri alsın, çevresine dikkat etsin diye. Onlar da tedbirde geciktiklerini saklamıyorlar. Gerçekleri paylaşıp, gerçekçi tavır sergiliyor ve halkına daha fazla sorumluluk yüklüyor.
Ne de olsa iyi eğitilmiş bir toplum var İsveç’te.
Ne diyelim. Bu da geçer…
Yorumlar