Yıl 1976, Unesco'ya üye 152 ülkenin tamamının onaylayarak hazırladığı Atatürk metnini, üye 152 ülkeden 151'i yayınlar, sadece bir ülke yayınlamaz! O bir ülke, hangi ülke biliyor musunuz?
27 Kasım 1978 Tarihli UNESCO Genel Kurulu kararında aynen şunlar yazıyordu: "UNESCO Genel Konferansı; Uluslararası anlayış iş birliği ve barış yolunda çalışmış üstün kişilerin gelecek kuşaklar için örnek olacakları inancıyla, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün doğumunun 100. Yıldönümünde, 1981 yılında anılmasını kararlaştırmıştır.
Alınan kararda “Bugün UNESCO’nun üzerinde çalıştığı bütün projelerin isim babası Mustafa Kemal’dir.” denmektedir.
Birden İsveç delegesi ayağa kalkar ve şöyle söyler: “Ne yani dünyada bu kadar devlet adamı var hepsinin doğum gününü böyle kutlayacak mıyız?” şeklindeki kinayeli sözlerine, Rus delegesi ayağa fırlar yumruğunu masaya vurur ve 152 ülkenin delegelerine aynen şöyle söyler;
"Genç delege arkadaşıma hatırlatmak isterim ki ATATÜRK öyle dünyadaki herhangi bir lider değildir, bırakın onu bir yıl anmayı her ülke her problemimizde onu çare olarak aramalıyız" der.
Sonra ne mi olur? Hani İsveç delegesi demişti ya “ne yani” diye.
O İsveç delegesi, bu imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynen şunları söyler;
“Ben ATATÜRK’ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı ben atıyorum”.
UNESCO tarihinde ilk ve tek oybirliği ile 152 ülke şu metne imza atar;
“Atatürk uluslararası anlayış, iş birliği ve barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, UNESCO’nun yetki alanlarında yenilikler gerçekleştirmiş bir inkılapçı, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önderlerden biri, insan haklarına saygılı, insanları ortak anlayışa ve devletleri dünya barışına teşvik eden, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, din, ırk ayırımı gözetmeyen, eşi olmayan devlet adamı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur.”
1981 yılında 151 ülkede bütün yıl boyunca bu metin okullarda okutulmuş, paneller, konferanslar düzenlenmiştir. Yalnız bir ülkede bu metin okullarda, üniversitelerde, devlet dairelerinde okutulmamıştır. Bu ülke, ne yazık ki Atatürk’ün kurduğu "Türkiye Cumhuriyeti" dir.
Bunu uygulamayan da 12 Eylül diktası ve Kenan Evren'dir. Yine de Atatürk sevgisini bu milletin kalbinden silememiştir.
UNESCO ise, 1981 Yılının Atatürk’ün Doğumunun Yüzüncü Yılı olarak ilan edilmesinin gerekçesini şöyle açıklamıştır:
“Atatürk uluslararası anlayış, iş birliği ve barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, UNESCO’nun yetki alanlarında yenilikler gerçekleştirmiş bir inkılapçı, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önderlerden biri, insan haklarına saygılı, insanları ortak anlayışa ve devletleri dünya barışına teşvik eden, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, din, ırk ayırımı gözetmeyen, eşi olmayan devlet adamı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur.”
Ve bu kurucu, dünyada eşi benzeri olmayan bir büyüklük ile 23 Nisan 1920’de kurulan ilk meclisin anılmasını çocuklara, 29 Ekim 1923’de kurulan Cumhuriyetin 19 Mayıs 1920’de kutlanmasını ve 29 Ekim’de ilan edilen Cumhuriyetin Korunmasını da Türk Gençliğine görev olarak bırakmıştır. Demiştir ki,
Ey Türk Gençliği !
Birinci görevin, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, sonsuza dek sürdürmek ve kollamaktır. Varlığının ve geleceğinin tek temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. Gelecekte dahi seni, bu hazineden yoksun bırakmak isteyecek, içte ve dışta kötülüğünü isteyenler olacaktır. Bir gün, bağımsızlık ve Cumhuriyeti savunmak zorunda kalırsan, göreve atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanak ve koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanak ve koşullar, çok elverişsiz bir nitelikte belirebilir. Bağımsızlık ve Cumhuriyetini hedefleyen düşmanlar, bütün dünyada örneği görülmemiş bir galibiyetin temsilcisi olabilirler. Güç ve hile ile aziz vatanın kaleleri alınmış, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve ülkenin her köşesi gerçekten ele geçirilmiş olabilir. Bütün bu olasılıklardan daha üzücü ve daha kötü olmak üzere, ülkenin içerisinde yönetime sahip olanlar aymazlık, sapkınlık ve hatta hainlik içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri kişisel çıkarlarını, yöneticilerin siyasi istekleri ile birleştirebilirler. Millet, aç ve yokluk içerisinde bakımsız ve yorgun düşmüş olabilir.
Ey Türk geleceğinin evladı!
İşte, bu durum ve koşullar altında dahi görevin, Türk Bağımsızlık ve Cumhuriyetini korumaktır! Gereksimini duyacağın güç, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
Alman tarihi, talihsiz birçok gelişmelerle dolu. 1933’ten sonra Almanların Türkiye’ye göç etmeleri ve bu göçün gerçekleşme koşulları o derece çekici ve enteresan bir konudur ki, olay 20 nci yüzyılın en çok acı veren dönemlerinden birini oluşturmakta idi.
Göç olayından önce, birbirinden tamamen ayrı fakat aynı zamanda ortaya çıkan iki gelişmeyi hatırlayarak başlayalım;
— III. Reich'ın, politik ve ırki yönden kendisine karşı saydığı kişileri kovuşturmaya başlaması ve bunun uydurma hukuki dayanakları: “Reich Başkanının, Halkın ve Devletin Korunmasına” ilişkin 28 Şubat 1933 tarihli emri, 24 Mart 1933 tarihli Yetki Yasası ve 7 Nisan 1933 tarihli “Devlet memurları statüsünün yeniden belirlenmesine” ilişkin yasa.
— Atatürk’ün Türkiye’deki eğitim reformu uygulama çalışmalarının yüksek okulları da içine almasını öngören 2252 sayılı yasanın 31 Mayıs 1933’te kabul edilmesi. Bu yasa gereğince eski İstanbul Üniversitesi 31 Haziran 1933 günü kapatılarak onun yerine 1 Ağustos 1933 tarihinde batı Avrupa örneğine uygun modern bir üniversitenin açılması planlanmıştır. Gerçek anlamda ilk modern Türk üniversitesi olan bu okulun kurulmasında temel çalışma, Türk hükümetinin 1931 yılında verdiği görev üzerine İsviçreli Prof. Albert Malche’nin takdim ettiği rapordur (Rapport sur l’Universite d’Istanbul). Bu üniversiteyi, Türkiye’de birçok yeni okulların veya bölümlerin açılması ya da çağdaşlaştırılması takip etmiştir: İstanbul Yüksek Teknik Okulunda Mimarlık Bölümü, Ankara’da Tarım ve Veteriner Yüksek Okulu, Devlet Konservatuarı ve diğer bazı okullar.
Bir Alman gözlemci, Atatürk’ün Türkiye’deki yüksek okullarda giriştiği bu reform hareketinin, 1933 yılında Almanya’dan kitle halinde göçe zorlanan Alman entelektüelleri için kalite, kantite ve özellikle tam zamanında gelen hayret verici ve büyük bir yardım teşkil ettiğini görecektir. En göze çarpan sonuç şu olmuştur: 1 Ağustos 1933 günü açılan ilk modern Türk üniversitesindeki profesörlerin çoğunu yabancılar -1933’te 65 öğretim görevlisinden 38 i yabancı 27 si Türk idi- ve yabancıların büyük kısmını da Almanya’dan gelen göçmen hocalardan oluşmakta idi.
10 Kasım 1938...Alman Profesör Atatürk’ün acı haberini duyar ve rektöre koşar:
“Efendim, Acaba ne yapmalıyım?”
“Sizde büyük bir adam ölünce ne yapılırsa, onu.”
O zaman Alman Profesör kollarını açıp der ki:
“Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki..”
Yorumlar