Hayatta kimseye güvenmeyeceksin demek saçmalıktır. Ama kime ‘iki defa güveneceğini’ hesaplamalı insan. Bu hesabı yapabiliyor muyuz dersiniz? Zannetmiyorum.
Bildiğim kadarı ile dünyada “ Babana bile güvenme “ diye bir atasözüne sahip olan tek milletiz. Bir aralar bayağı araştırmıştım. Yine de aynı veya benzeri bir söz Afrika’nın bir yerlerinde çıkarsa şaşırmam. Hepimiz çok şeyler yaşadık. Gerek işyerlerimizde ve gerekse ülke yaşamımızda. Çoğumuzun bildiği gibi Politikacılar dünyanın her yerinde aynı, nehir olmayan bir yere köprü yapacaklarına söz verirler. Onlara güvenmekte zorluk çekmemizin tek sebebi, yalan söylemenin bizler için ne kadar kolay hale geldiğini bilmemizden öte değil. ( Charles Bukowski )
“ Birisine inanmanın ne anlama geldiğini herkes kalbinin derinliklerinde hisseder. Güvenilen birinin ihanetinin nasıl bir hayal kırıklığı yaratacağını hepimiz biliriz. Ancak “güven”in tanımını yapmak çok kolay değildir. Güven kavramını tanımlamak istersek kavramın karmaşıklığı ortaya çıkmaya başlar. Güven duygusu kelimelere dökülmesi zor, elle tutulmaz, gözle görülmez soyut bir kavramdır. Ancak bu duygunun yokluğu ve varlığı kendisini hayatın her anında hissettirir.
Neden birine güveniriz de, bir başkasına güvenmeyiz? Güvendiğimiz bir insana karşı davranışımızla, güvenmediğimiz bir insana olan davranışımız neden farklılık gösterir.
Güven duygusunun yokluğu çalışma ortamında ilişkileri, verimliliği ve herkesin sağlığını bir kanser tümörü gibi kemirir.
Stephen Covey’e göre: “Güven, insan motivasyonunun en yüksek biçimidir. İnsanların doğasında var olan “iyi” ve “güzel”i ortaya koymalarına imkân verir.” Güven duygusu, iş motivasyonu üzerinde bu kadar önemli olduğuna göre iş ortamında bu duygunun yaşanmasını sağlamak nasıl mümkün olabilir diyor “ Sn. Acar Baltaş. İş Yaşamınızda görmüşsünüzdür, bu gün çalışmaya başlayan bir insan kısa bir süre içerisinde iş yerinin ve patronların vazgeçilmezi olur. İlk akla gelen; yürüttüğü bir projenin başarılı uygulamasının bu vazgeçilmezliğin temelini oluşturduğudur. Yalnız bu mudur bu takdirin tek nedeni? Yansız ve yalnız bir proje uygulamasındaki başarı, kurumuma sağladığı kazanç kişiyi vazgeçilmez yapar mı? Yapabilir. Geçici bir süre için. Ya sonra?
Bu mutluluğun temelinde yalnız bu insanların birbirine zamanla duyduğu, aralarında zamanla oluşan sevginin bulunduğunu söyleyebilir miyiz? Benim görüşüme göre bu insanlar önce birbirine güvenip, bu güven duygusunun tesisinden sonra sevgi tohumunu toprağa dikmiş olabilirler mi? Zannetmiyorum.
Bir çocukluk arkadaşımızla, devam eden dostluğumuzun karşılıklı fayda ilişkisine dayandığını nasıl düşünebiliriz ki ? Bu dostluğun, bu güne kadar süren devamlılığının ne denli büyük denemeler sonunda oluştuğunu bir düşünün. Geçmiş senelerin muhasebesini yapıp bunları bu gün sıralayabilir miyiz teker teke? Tabii ki hayır. Bu uzun denemeleri takiben aramızda oluşan güven duygusunun büyüklüğü, sarsılmazlığı değil midir bu güzel arkadaşı vazgeçilmez yapan?
Bir de kendisinden başka kimseye güvenmeyen, her olayda daha ilk adımda yapısına hâkim olan güvensizliği sergileyen insanları düşünelim. Ben bu yaradılışta olan ve de bunu her olayda sergileyen kimselerin aslında kendilerinin güvenilir olmadıklarını düşünürüm. Bu tür insanlardan hep uzak olmayı yeğlerim. Tabii ki bu her zaman insanın elinde olmuyor.
Özellikle şüphenin ve güvensizlik duygusunun genç beyinlere hâkim olabilmesini bir türlü anlayamıyorum. Genç kardeşlerimde bu tarzı görmekten, hissetmekten üzüntü duyuyor ve bir ömrün, güzel olmasını dilediğim pırıl pırıl bir yaşamın bu yıpratıcı unsur ile nasıl zor geçeceğini onlar adına düşünüyor ve üzülüyorum.
Bir önceki özel veya iş ilişkisinde üzülen, aldatılan insanın yaşamının geri kalan bölümünde tüm insanlardan kuşkulanması nasıl bir duygudur ki? Düşünün tüm iş yaşamınızda yanınızda çalışan hiç kimseye güvenmemek gibi bir durumdasınız? Herkese, birlikte çalıştığınız herkesin yaptıkları her işe kuşku ile yaklaşacaksınız. Belki de daha ileri gidip herkesin sizi aldatmak için seferber olduğunu düşüneceksiniz. Bu cenderenin içerisinde mutlu olmanız kolay değil. Zamanla bu çelik kafes nefes alamayacak kadar sıkıştıracaktır sizi. Uzun seneler sonra ise sizi çevreleyen cendereyi kırarak rahatsız edici bu ruh halinden kurtulmanız ise mümkün olmayacaktır. Yaşam bu değil. İnsanlara yeniden güvenmeye bir şekilde alışmak gerek. Kötülere rağmen.
Her şeyden kuşkulanmanın, her şeyden şüphelenmenin ve genelde insanlara güvenmemenin bir anlamda “ Ruhsal bir bozukluk ” olarak insan yaşamını çok menfi olarak etkileyeceğine kesinlikle inanıyorum artık. Bu rahatsızlıklara ilişkin arazların incelenmesi halinde varsayımın doğruluğu net bir şekilde ortaya çıkıyor.
Evet; sevgili okurlar.
Bence güven duygusu insanları birbirine yaklaştırır ve onları birbirinden ayrılmaz hale getiriyor. Bu duygunun üzerine bina edilen sevgi ve karşılıklı saygının gerek iş hayatında ve gerekse özeldeki yaşam fırtınalarını atlatmada en önemli faktör olduğu açık değil mi? Yaşanmışlarımızı düşünürsek iş hayatındaki fırtınaların etkilerinin yıkıcı olmasının başka bir nedeni yok.
İşten atılanların arkalarından sevinenlerin, gülenlerin olduğunu ve karar verenlerin alkışlandığını gördük. İnsani duygulardan yoksun olanların yaptıklarını yaşadık. Ve de bize güvenin dendiğini işittik. Evet; güvenmeye çalışalım. Ama büyük bir engel var önümüzde. Size güven duymamız için her şeyden ” önce insan olmanız” gerekli. Sahi, siz İnsan mısınız? Güvensiz kalplerimizi karaktersiz insanlara borçluyuz sözü ne kadar doğru değil mi?
Her ne ise bir yolunu bulup, “Aynaya bakıp gördüğüne, yukarı baktığında göremediğine inan “ sözünün etkisinden kendimizi kurtarmamız gerek. Birbirimize de güvenmemizin şart olduğunu elbet bir gün bir şekilde anlayacağız. Yeter ki bunu ömür boyu unutmayacağımız bir üzüntü sonunda anlamayalım.
Ve de hiç unutmamamız gerekir ki, ayarını bozduğumuz kantarın bir gün bizi de yanlış tartacağıdır. Dilerim ki iş yerlerimizde tüm çalışanları hiçbir ayırım yapmadan doğru tartacak kantarlar ve tartının verisini doğru okuyacak Kantar Ağaları her zaman bulunsun. Zira unutmamak gerekir ki, şayet kantar ağası dürüst değilse, alet doğru tartsa bile kimse hakiki darayı bilmeyecektir.”
Sıvı & Katı Maddeler ve İnsanoğlu.
Bu yazının ne kadarı benim, ne kadarını bir yerden aldım veya ne kadarı için başka bir yazıdan esinlendim. Öyledir diye düşünüyorum. 2002’ de sistemime kaydetmişsim.. Her ne ise siz yine de başka birinden aldığımı düşünerek okuyun. Bu konuda esinlenmek çok çok önemli..
Sıvı, maddenin iki ana halinden biri. Malum belli bir şekilleri yok. İçine konuldukları kabın şeklini alır ve akışkandırlar. Bir şekilden başka bir şekle hemen girebilirler. Sıvı molekülleri, sıvı hacmi içinde serbest hareket ederler. Sıvının hacmi, onun sıcaklık ve basıncına bağlıdır. Sıvılar iletkendir. Fakat iletkenlikleri içlerine konulan maddelere göre değişir.
Katı maddeleri oluşturan moleküller düzenli ve aralarında bir boşluk olmayacak şekilde yerleşmiştir. Belirli bir şekilleri vardır. Akışkan değillerdir. Bazıları esnektir, sıkıştırılabilir. Ayrıca küçük taneli katılarda bulundukları kabın şeklini alırlar. Ama bulundukları kabı bir sıvı yardımı olmasa asla dolduramazlar.
Düşünebilen varlık diye isimlendirebileceğimiz insanın maddenin katı ve sıvı halinin özelliklerini taşıdığını artık biliyor ve görüyoruz. Taşımak bir tarafa insanoğlu o özellikleri karakter denilen mefhumu ile yoğrulmuş bir halde gizliyor içinde. Gizliyor veya gizlemek istiyor. Sarımsağı bir göze göze koyup kapatsan kokusu üç günde çıkarmış hesabı.
Yeryüzünde içinde girdiği kabın şeklini en süratle alan "düşünebilen varlık İnsan.” Bunun en bariz örneğini iş yaşamında görmemiz mümkün. “ Genel Müdür gitti. Yaşasın yeni Genel Müdür.” Bunun bir takım örneklerinin daha alt seviyede de görülmesi mümkün. Bu günün çalışanları bunun çok değişik ve daha çarpıcı örneklerini bu satırlara ip gibi sıralayabilirler.
Ben uzaktan bakıyorum. Onlar yaşıyorlar.
Bir şekilden başka bir şekle en süratle dönüşebilen, düşünme güdüsüne sahip canlı varlık yine " insandır''. Başka bir deyişle, esasen iletken olup iletkenlikleri içine konulan maddelere göre ve de özellikle maddeyi koyan şahsa göre değişen ve de özellikle içine o maddeyi koyan etkin şahsa uygun hareket etmeyi ve iletkenliğini ayarlamayı meziyet addeden "düşünebilen bir varlıktır insan."
Belirli bir şekilleri olup, sıkıştırılabilir ve esnek olmalarına karşı akışkan olmayan ve de küçük tanelerinin arasına sıvı ilave edilmeden, bulundukları kabın şeklini alsa bile asla o kabı dolduramayan katı maddenin özelliklerine sahip olan düşünebilen varlık yine "insandır"
Bazı ince katı maddelerde, konuldukları kabın şeklini alırlar. Tuz, şeker vb..Bir kaptan diğer bir kaba aynen sıvı maddeler gibi aktarılabileler. Bu maddelerin belirtilen sıvı özelliğine sahip gibi görünmelerinin nedeni çok çok küçük taneciklerden oluşmalarıdır. Buna rağmen tabiatta kendini en fazla küçültebilen düşünen varlıkta maalesef yine insandır. Ancak ister katı ve ister sıvı madde halinde, her ne halde olursa olsun içine konuldukları kabın şeklini alma kabiliyetindedir insanoğlu. Küçük kaba sığmak için gerektiği kadar küçülürler. İnce ve uzun bir kaba sığmak için gerekirse yerle bir çizgi olurlar.
Sonuç olarak cansız bir maddenin iki halinin de özelliklerini, üzerinde toplayan ve de her kalıba girebilen "düşünebilen varlık " insandır demek tüm konuyu özetler.
Bu saydığımız özelliklerle " düşünebilen " kelimesi ne kadar uyumsuz değil mi?
Bu satırlarda katı ve sıvı maddeler ilişkin belirtilen özelliklerin hepsi baştan sona doğru. Bir tek yanlış var. O da düşünebilen deyiminin bu benzetmelerde kullanılması Zira düşünebilen İnsan olan bu çirkin durumlara düşmez. Doğrusu bu. Ancak bir tur atıp etrafımıza bakınca düşünme becerisi olanların adetsel azlığı da dikkat çekici.. Bu da içinde bulunduğumuz durumu ve de daha bir çok şeyi izah ediyor değil mi.?
Yorumlar Tüm Yorumlar (26)