Bu yazıyı 2003 yılında kaleme almıştım Bir Televizyoncu uçakta yazının yayınlandığı dergiyi almış ve bilahare yurt dışında yönettiği TV programında yazıyı dinleyicilerine okumakla yetinmemiş ve de daha sonra da kitabında da yazıma yer vermişti. Bana kalırsa bunun nedeni yazının güzelliğinden ziyade, her döneme uygun bir anlatım olmasıydı. O dönemde de çalıştığım şirketin belirli kademlerine ve onları yönetenlere uyuyordu. Aradan 15 sene geçti. Aynı yazI şimdi de çalıştığım eski şirketin tepeleri için bir şeyler söylüyor gibi. Onların bir şey anlamayacağını biliyorum, yine de yazıyı paylaşmanın sağlığa bir zararı yok.
Sahada gole giden rakibini biçen bir futbolcu var. Tiz bir düdük sesi duyulur. Ve oyun durur. Bu faulü yapan oyuncu sarı veya kırmızı kart görür. Biçme işleminin yapıldığı noktaya göre takımının aleyhine ya penaltı verilir ya da serbest vuruş.
Hakem yapılan faulü farketmez ise tribünler ayağa kalkar. Seyircinin kalitesine uygun protesto şekillerinden biri duyulur, gökleri inletircesine. Bu protesto çok uzarsa bu defa seyirci yerine takım cezalandırılır. Ve de 1,2 veya 3 maç o takım sahasında oynamaz.
Bana göre yaşamında sportif bir müsabakadan pek farkı yok Aynen futbol maçı veya basketbol maçı gibi.
Bu oyunda da insanlar birbirine faul yapıyor. Bilerek veya bilmeyerek.
Tek fark , yaşam maçında faul yapılan oyuncu dışında diğerleri bazen yapılan bu faulü görmüyor, fark etmiyor. Yaşamdaki faulleri genelde gizli olarak yapıyor insanlar birbirlerine.
Bazen düşününce yaşam oyununda düdük çalıp maçı donduran, faul yapan oyuncuyu anında cezalandıran bir hakem de yok gibi geliyor insana. Aslında bir hakem var . Sahada değil, yukarıdan bakıyor oyun sahasına.
Ama görülmüyor. Ne oyuncular ne de seyirciler onu görebiliyor. Yine de onun varlığını hissedebilirsiniz. Yukarıdan düdük çalıyor o da. Ama duyulmuyor. Yalnız vicdanınız o sesi duyabilir. Tabii ki varsa.
Yaşam maçını seyrettikçe şaşırabilir ve faul yapan oyuncunun küp gibi sağır olduğunu zannedersiniz. Bakarsınız ki ; duymuyor, durmuyor, sağı solu omuzlayıp koşturmaya devam ediyor. Nefes nefese.
Yaşam oyununun yüce hakemi de ceza veriyor faul yapan oyuncuya. Ama nedense anında değil. Cezanın etkisini o dakikada hissedemiyor oyuncular. Anlamıyorlar. Çünkü bu hakem oyunu durdurmuyor. Anlayamıyorlar .Çünkü maç yine devam ediyor. Gösterilen ise sarı veya kırmızı bir kart.
Yaşam takımının oyuncuları çok becerikli. Uzun yaşam maçı süresince her türlü oyunu oynuyor. Futbol oynuyor, basketbol oynuyor, voleybolde oynuyor. Ve aklınıza gelen tüm diğer oyunlar içerisinde ustalıkla yer alıyor. Yeter ki oyun olsun.
Bir eksiği var belli ki. Hafızası iyi değil. Yaşamın bir doneminde çok faullü oynadığı bir futbol maçında alması gereken cezanın bilmem kaç sene sonra oynadığı bir voleybol maçında kendisine verildiğini bir türlü fark etmiyor. Geriye dönüp o futbol maçını düşünmüyor. O maçta neyi hak ettiğini hesaba katmıyor. Söylediği tek şey “ ben bu cezayı hak etmedim “ Hani futbol maçlarında faulü yaptıktan sonra iki elini “ben ne yaptım k i” dercesine havaya kaldırıp hekeme doğru en masum yüz ifadesi ile dönüp bakan oyuncular var ya. Aynı hesap. Bilmiyorum ve de anlamıyorum.
Alemi kontrol eden büyük ve yüce güç maçı dondurup yaşam faullerini neden anında cezalandırmıyor ? Maç neden devam ediyor ? Nedeni ortada. O kadar cezalandırılacak oyuncu var ki .Herhalde yüce hakem insan neslinin bir anda tükenmesini istemiyor. Hırsını alamayıp kendi takımının oyuncusuna faul yapanlar bile var.
Bu gün bir sıkıntı mı yaşıyorsunuz ? İçinde bulunduğunuz durum sizi üzüyor mu ?
Geriye dönün ve arkaya geçmişinize bakın. Benzeri bir sıkıntıyı hiç kimseye yaşattınız mı ? Onu bir kez düşünün. Muhtemelen yaşam maçının birinci devresinde yaptığınız faulün ertelenmiş cezasıdır içinde bulunduğunuz durum. Dua edin ki bu maçın hakemi değişik. Dua edin ki bu hakem yqptığınız kasti faullere rağmen sizi hemen yaşam maçının dışına göndermiyor
Yalnız size sarı bir kart gösterip oyun sahasının dışına çıkartıyor. Ve bekliyor.
YAŞAMDA NELER KAÇIRDIĞIMIZIN FARKINDA DEĞİLİZ.
Evet, çoğunlukla yaşamda neler kaçırdığımızın hesabını yapmıyor ve bunu düşünmüyoruz.. Dikkatimizden de öte tüm yaşamımızı bir konuya kilitliyor onunla yatıp onunla kalkıyoruz. Aklımızca da olasılık hesapları yaparak günümüzü iyice karartıyoruz,
İsmail Aldemir’in ifade ettiği gibi, “çoğu zaman en büyük üzüntülerimiz öyle olacağını sandığımız şeyler yüzündendir. Genellikle "şu olursa, bu olursa" diye düşünerek kendimizi dar kalıpların ve küçük dünyaların içine hapseder, kafamızda olmamış olaylarla ve başa gelmemiş felaketlerle ilgili binlerce ihtimal yaratırız. Ve kendi yarattığımız ihtimallerle boğuşmanın hayatın gerçekleri ile savaşmaktan daha ağır ve zor olduğunu, bizi daha fazla yıprattığını gözden kaçırırız. Oysa ihtimaller dünyasında çürümektense hayatın gerçekleri ile savaşmak, yüzleşmek ve yaşamın kıyısında seyirci olmaktansa içinde yer almak, zorluklara direnmek lazımdır.” Bu da konuya başka bir pencereden bakış.
Aşağıdaki anlatım bu felsefelerle ilgisi olmayan basit bir örnek. Ancak ortada dikkatten kaçan şu ki; özellikle müzik severler açısından önemli bir konu var. Bir dostumdan gelen (ppt) maili sizin için metne çevirdim. Fon müziği ile takip edilince daha da etkileyici olduğu mutlak. Bu yalnız bir örnek, bilmem yaşamda kaçırdıklarımızın farkındamıyız?
Washington DC'de Bir metro istasyonunda soğuk bir ocak sabahı... Bir adam müthiş bir hünerle çaldığı kemanıyla 45 dakika boyunca çok ünlü ve zor eserleri yorumlar...Çoğu memur, bürokrat işine yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi de kemancının önünden geçip, gider. Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam onu fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye durakladıktan sonra da gideceği yere gecikme endişesiyle hızla yoluna devam eder.
Bir dakika kadar sonra kemancı ilk bir dolar bahşişini alır. Genç kadın, yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atar ve geçip, gider. Az sonra da, bir başka adam duraklayıp, dinlemeye başlar. Ancak saatine göz attığında işine geç kaldığını anlar ve telaşla koşarak yoluna devam eder.
Kemancıyla en fazla ilgilenen ise, üç yaşlarında bir erkek çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve onu dikkatle izler.En sonunda annesi çocuğu yürümeye zorlar. Çocuk arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha kemancıyla ilgilenir, Ama hepsi de anne babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar. Çaldıgı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi ise duraklamadan yerdeki küçük sepete para koyar ve, yürümeye devam eder. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise ortama sessizlik hakim olur.Kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz. Hiç kimse onun, dünyanın en büyük keman virtüözlerinden, Joshua Bell olduğunu ve 3,5 milyon dolarlık kemanıyla, en karmaşık, zor eserleri çaldığını fark etmez. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden bir gün önce, Boston Symphony Hall'da verdiği konserin biletleri ortalama 100-120 dolardan satılmış ve konser 23 TV kanalında naklen yayınmıştı. Ve de ertesi gün tüm gazeteler bu sanatçının resimleri ile doluydu.
Evet; bu Yaşanmış, gerçek bir olaydır
Joshua Bell'in sıradan bir giysi ile metro istasyonunda keman çalması, Washington Post Gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal araştırma gereği kurgulanmıştı.
Sorgulanan şeyler; 1- Sıradan bir yerde mevcut olan güzelliği algılayabiliyor muyuz? 2-Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? 3- Yaşam maratonuna kısa bir ara verip ondan keyif alıyor muyuz?
Bu deneyden çıkarılacak ders ise; Dünyanın en iyi müzisyenlerinden biri, dünyadaki en iyi müzik parçalarını çalarken önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa bu telaş yüzünden yaşamda başka daha neler neler kaçırıyoruz acaba?
Gamze Palamut bu konuyu çok güzel anlatmış. Yaşam sıkıntılarımızdan, kuşkularımızdan ibaret değil,
“Okumayı bilmezseniz, yürümeyi bilmezseniz, bir yaprağın güzelliğini takdir edemezseniz, yaşamıyorsunuz demektir. Yaşamın bütününü anlamanız gerek, sadece küçük bir parçasını değil. İşte bu yüzden okumak zorundasınız, işte bu yüzden gökyüzüne bakmak zorundasınız, bu yüzden şarkı söylemek, dans etmek, şiirler yazmak, acı çekmek ve anlamak zorundasınız; çünkü tüm bunlar hayattır.
Tüm bunları yapamadıktan sonra yaşamın bütününü anlamak mümkün mü?. Bence değil. Yarım kalmışlık gibi bir şeydir bunların farkına varmamak, bunları yaşamamak. İnsan hayatında böyle güzel şeylere sahipken neden bunları yaşamayı bilmez ki. Ya işine gelmez, ya umursamaz. Peki; ama insan hayatındaki güzelliklerin farkına varmadan nasıl güzel yaşar ki..
Hayattan tat alabilmek için, yaşamın bütününü anlamak gerek. Gökyüzüne bakmanın, şarkı söyleyip dans etmenin, hayatı güzelleştirme konusunda birer ihtiyaç olduklarının farkına varılmalı. Acı çekmenin, mutlu olmanın, üzülmenin, sevinmenin, hayatın birer parçaları oldukları unutulmamalı; o duyguları da yaşamalı ki, hayatın ne olduğu anlaşılabilsin. Hem zaten tüm bunlar oluşturmuyor mu hayatı?
Yorumlar Tüm Yorumlar (14)