Hayatın gerçekliklerinden habersiz, duygusuz ve bencil bir nesil geliyor. Şehitler için gözyaşı döken kendi ana babalarını anlamıyorlar. Başkalarının çocukları için ağlamaya anlam veremiyorlar. Yanı başımızdaki savaşlar, acı çeken çocuklar, ölen on binlerce insan onları hiç ilgilendirmiyor. Tüm acı gerçekleri çizgi film tadında izliyorlar ve yürekleri hiç acımıyor. Hayatlarının odağındaki tek şey eğlenmek. Eğlenemedikleri tüm zamanları kendilerine bir işkence olarak görüyorlar.
Kendileri için yapılan fedakarlıkların hiç farkında değiller. Kıymet bilmiyorlar ve vefasızlar. Herkesi kendine hizmet etmek için yaratılmış görüyorlar. İnsanlara verdikleri değer, onların isteklerini yerine getirebildikleri ve ne kadar eğlendirdikleriyle orantılı.
Hayatlarında eğlenmeden başka bir amaç olmadığı için artık tek eğlence kaynağına dönmüş telefon ve tabletlerini ellerinden aldığınızda dünyanın sonunun geldiğini zannediyorlar.
Geçmiş onları pek ilgilendirmiyor, atalarımıza karşı vefasızlar. Dedelerinin canları, kanları pahasına vermediği vatan toprağını en iyi fiyatı verene satacak kadar maneviyattan yoksunlar. Vatan, onlar için son model bir cep telefonundan daha değersiz.
Milletimizin geleceği açısından endişeleniyorum.
20 yıl sonra bu nesil, nasıl ana-baba olacak?
Kendine hayrı olmayan bu nesil nasıl çocuk yetiştirecek?
Evlerini nasıl idare edebilecek?
Ülkeyi nasıl yönetecek?
Vatanı nasıl savunup can verecek?
Bütün bunlar neden oluyor açıklıyayım.
Altın kafeslerde çocuklar yetiştiriyoruz artık. Uçmayı bilmeyen kuşlar gibi. Çocuklar hayattan bihaber. Açlık nedir bilmiyorlar, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında, acıkmalarına fırsat bile vermiyoruz. Öyle ki yemek yemeyi bile işkence görür hale geliyorlar.
Susuzluk nedir hiç bilmiyorlar. Hiç susuz kalmamışlar. Üç adımlık yolda bile susarlar diye yanımızda içecek taşıyoruz. Çocuk daha “susadım” demeden ağzına suyu dayıyoruz.
Çocuklar hiç üşümüyorlar. Soğuk havalarda evden çıkarmıyoruz. Okula giderken kırk kat sarmalayıp çıkarıyoruz dışarı, hiç titremiyorlar.
Çocuklar hiç ıslanmıyorlar, evden arabaya kadar bile üç metrelik mesafede şemsiyesini başına tutuyoruz. Saçına bir tek yağmur damlası düşürmüyoruz. Bu yüzden çocuklar ıslanmak nedir bilmiyorlar.
Yorgunluk nedir bilmiyor çocuklar. İki adımlık mesafelere bile arabayla götürüyoruz onları yorulmasınlar diye. Birazcık parkta koşsalar, hasta olacak diye engel oluyoruz. Onlar takatleri tükenecek kadar hiç yorulmuyorlar.
Yokluk nedir bilmiyorlar, daha istemeden her şeyi önlerine sunuyoruz. Bu yüzden varlığın kıymetini bilmiyorlar.
Onlar bir yanığın veya bıçak kesiğinin acısını bilmiyorlar. Elleri yanmasın, kesilmesin sakın diye onlara ne bıçak tutturuyor ne ocak yaktırıyoruz.
Çocuklar hissetmiyor yaşamı…
Çocuklar hissetmiyor yaşamı, açlığı bilmediği için açlara acımıyor, üşümek nedir bilmedikleri için sokaktaki evsizleri umursamıyor, yokluk nedir bilmedikleri için de ekmeğe gelen zam onların dikkatini bile çekmiyor, haber kalabalığı olarak görüyor, gülüp geçiyorlar.
Sıcak odalarında yaşadıkları için evsizlik nedir, sürgün nedir anlamıyor, savaşları, kurşunlanan, ölen insanları umursamıyorlar. Acımıyorlar……
Kıymetini bilmiyorlar ekmeğin, elbisenin, barışın ve huzurun, ana babanın….
Müdahale edilmezse gelecek iyi şeyler getirmeyecek güzel ülkemize. Bu sorunu Devlet derinden hissetmeli. Bu sorunun çözümü için ciddi çalıştaylar düzenlenmeli. Öğretim programları ve ders materyalleri revize edilmeli. Okulların duygu eğitimi konusunda rolleri artırılmalı. Geç kalınmadan bu sorun mutlaka çözülmeli. Bu sorun çözülmezse ülke çözülecek…
Doğan CEYLAN - Maarif Müfettişi.
Çok içten ve duygu dolu bir yazı. Bunu yazmak için öğretmen ya da MEB’de çalışmak gerekmiyor. Görgü her şeyin başında geliyor. Eskiden evde yemek yedirmekte zorlanınca annem bu yemeği bulamayanları düşün derdi, açlık çekenleri düşün derdi. Elbette düşünemezdim.
Burada özlü sözler devreye giriyor:
“Zor zamanlar güçlü insanlar yetiştirir. Güçlü insanlar iyi zamanlar yaratır. İyi zamanlarda zayıf insanlar yetişir.
Zayıf insanlar zor zamanları yaratır. Zor zamanlar ….. ve bu böyle devam edemez.
Böyle devam edemeyişinin nedeni insanın aklını biraz olsun devreye sokmasıyla değişir. Görgü ile değişir. Gezme ile değişir. Okuma ile değişir. Gezip, görüp okudukça, her şey değişir.
Sizler bilmezsiniz ama 1950’li yılların başında moda olmuş bir çocuk tasması olayı vardı. Şimdilerde buna nazikçe ‘çocuk güvenlik kemeri’ deniyor ama benden sonra daha kullananı görmedim. Anneler bu kemer ile sokakta gezerken çocuklarını kontrol edebiliyor ve sokakta onların peşinde koşmuyorlardı. Avrupa’ya ilk çıkışım ve hep söylenen olay. Bir anne çocuğu ile yolda yürüyor. Çocuk serbestçe gezinmekte, onu sınırlayan, yapma etme diyeni yok ve ayağı takılıp düşüyor. Çocukların doğal yinelemeleridir düşmeleri. Bizde anneler koşup, çocuğu kucağına alıp ‘geçti yavrum’ diye diye çocuğun göz yaşını silerken Avrupalı anne oralı bile olmuyor. Düşen çocuk kendisi kalkmak zorunda çünkü kimse onunla ilgilenmiyor (göz ucu ile onun her hareketini gözleyen annesi hariç). Çocukta kendi kendine kalkıp, ağlamayı kesiyor, ellerini pantolonu üzerine vurarak temizliyor ve annesini takibe devam ediyor.
Kahvaltıda kimse şunu ye, bunu ye, az yedin, çok yedin diye kimse kimseye karışmıyor. Kahvaltı etmeyen çocuk elbette evde neler kaçırdığını karnı acıkıp güçten düşünce öyle güzel anlıyor ki!
Bu bir tavır meselesi. Yasaklar hep ters işlermiş. Her bir yasak, kendi reklamını yaparmış. Reklamın asıl amacı ise imrendirmekmiş. Bu yasak olayı o kadar abartılmış ki bizde, YASSAH sözcüğü dillere yapışıp kalmış. Öyle bir hale gelmiş ki, nedenini bile kimse sormaz olmuş.
Sorgulamadığın zaman da yasak üzerine yasak yemeye başlarsın. Sonra da bir bakmışsın sana yasak koyanlar o yasakların tümü içerisinde zevkle yüzmekte. Havacılıkta çalışanlar bilir, Cidde’de uçak kapıları kapayıp motor çalıştırmaya başladığında herkes türbanını, çarşafını çıkarmaya başlardı. Şimdilerde internet sağ olsun, bu ikiyüzlülüğü araştırınca görebiliyorsunuz.
Eğitim dendiğinde konu daha başka başka yerlere gitmekte. Biz zaten gözle görülür bir gerileme içerisindeyiz ama PISA araştırması bu gidişin sadece bize özgü olmadığını gösteriyor.
İşte şimdi bir fırsat geçmiş gibi görünüyor elimize. Giderlerse gitsinler yerine Hz. Mevlana’nın deyişi ile geri çağırmanın tam zamanı.
Gel, gel, ne olursan ol, yine gel, Gel, gel, ne olursan ol, yine gel,
İster kafir, ister mecusi, İster inançsız ister Zerdüşt’e bağlı
İster puta tapan ol, yine gel, İster puta tapan ol, yine gel,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir, Bizim topluluğumuz, ümitsizlik topluluğu değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel... Yüz kere sözünü bozmuş olsan da yine gel...
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz
Gelin ki yokluktan Hayvanat Bahçesi Müdürü’nü Tübitak’a atamak zorunda kalmayalım.
Gelin ki şampiyon bir güreşçiyi yoklukta bir bankanın yönetim kuruluna atamak zorunda kalmayalım.
Gelin ki bir yılda 1000 (yazıyla-BİN) kişiyi profesör yapmak zorunda kalmayalım.
Gelin ki yeni nesilleri yetiştirecek, bilgisini başka ülkelerde kanıtlamış, değişik kültürleri görüp, çok dil bilen bilgeler olun, gelecek yüzyılın nesillerini yetiştirin.
Gelin işte.
Gelin de nasıl gelirseniz gelin.
Yoksa yine zor yoldan öğreneceğiz ayağa kalkmayı…
https://servetbasol.com
240108
Yorumlar